Türkiye’de Feminist Hareket
Hidayet Tuksal
Müslümanlar Dirençleri Üzerinde Düşünmeli
Türkiye’de kadın hareketi içinde ön plana çıkmış isimlerden biri Hidayet Tuksal. İlahiyat eğitimi almış, doktorasını “Hadislerde Kadın Karşıtı Söylem” üzerine yapmış ve bu tezi kitaplaştırmış. Türkiye’de kadın ilahiyatçılar arasında iddialı. Dinin kadın yorumuna feminist bakış açısından bakan ama hepsinden önemlisi kadın karşıtı hadisleri deşifre eden, bunların kaynakçalarını ve İslam’ın dilini ele alan çalışmasıyla dikkat çekti. Çok eleştirildi, tepki aldı, beğenildi. “Dindar feminist” ya da “yeşil feminist” olarak tanımlandı! Bazı çevreler için bu bir negatiflik içeriyordu bazı çevreler içinse bir artı değer. Hidayet Tuksal bu yorumların hiçbirine aldırmadı, çalışmalarını sürdürdü. Başkent Kadın Platformu’nun kuruluşunda ve çalışmalarında öncü rol aldı. Kadın sorunlarını, özellikle başörtüsü sorununu ülke içinde ve dışında tüm kadın platformlarında gündeme getirdi. Kadın konusunda İslam’ın erkek egemen bakışı olduğunu savunan ve bu bakışı, Müslüman dünyada kadın hakları önündeki en büyük engellerden biri kabul eden Tuksal, “reformist” olarak tanımlanmaya itiraz eti ama “feminist” olarak tanımlanmaya itiraz etmedi. Dindar kesim içinde “Ben feministim.” diyen az sayıdaki isimden biri.
Dindar kesim içinde feminizm
Türkiye’de feminist hareket, özellikle 1980’lerden sonra sol kesimden kopan ve sol kesimle eşitlik adına onlarla hesaplaşmaya giren hem siyasal mücadelenin içinde bulunmuş hem de okumuş yazmış elit kadınların bir hareketi. O dönem aynı zamanda dindar ve muhafazakâr kesimin kadınlarının da okuyup yazmaya başladığı, üniversitelerden mezun olduğu bir dönemdi. Dindar ve feminist kadınların karşılaştığı sorunların örtüştüğü bu yıllar az sayıda kadınla da olsa bir başlangıç oluşturdu. Muhafazakâr kesim, kadın konusundaki düşünceleri itibariyle geleneksel bir yaklaşıma sahipti, bu nedenle muhafazakâr kadınların o yıllarda bu harekete çok iltifat ettiklerini söyleyemeyiz.
Teori kurma çalışmaları
Feminist hareketin, sol kökenli kadınlarının teori kurmaya çalıştıkları bu dönemde tercüme faaliyetleri daha ön plandaydı. Ama onun yanında pek çok kampanya örgütlendi. “Şiddete Hayır”, “Tacize Hayır” kampanyası gibi… Dindar kadınlar bunları uzaktan izleseler de fikir olarak katılabilecekleri kampanyalardı. Feminist ideolojiyi, ideolojik anlamıyla benimsemeseler de pratik hayata yönelik eleştirileri, çalışmaları izlediler. Mesela liberal bir feminist olsa da Duygu Asena’nın özel hayata ve cinselliğe dair söylemleri alttan alta tartışılır oldu dindar kesimlerde. En azından dindar kesimin kadınlarının ilgi alanına girdi.
“Evet, bir adalet sorunu var elbette ama buna feminizmin çözüm olamayacağını düşünüyordum. Ne zaman fikir değiştirdim? Doktora çalışmamı yaparken, daha doğrusu meslek sahibi bir kadın yani öğretmen olarak hayata atıldığımda.”
“Fikir değiştirdim”
Bu dönemde feminizm hakkında yazıp çizen birkaç ismi görüyorum. Biri Mualla Gülnaz. Zaman gazetesinde başlayan bir tartışma var ama bu tartışma çok şiddetle susturulduğu için bir daha böyle bir şeye cesaret eden olmadı. Hatırlıyorum, o dönemde ben de antifeministtim. Yani feminizmin çözüm olmadığını düşünüyordum. Evet, bir adalet sorunu var elbette ama buna feminizmin çözüm olamayacağını düşünüyordum. Ne zaman fikir değiştirdim? Doktora çalışmamı yaparken, daha doğrusu meslek sahibi bir kadın yani öğretmen olarak hayata atıldığımda.
“Karşımıza çıkarılan bütün itirazlar hadis temelliydi”
Mesleğime imam hatip liselerinde başladım. Çalıştığım okulda şunu gördüm: Sizin bir öğretmen olarak, aynı eğitimi almış erkeklerle bir arada bulunmanız, onlarla aynı kalitede öğretmen olduğunuz anlamına gelmiyordu erkekler için. Tavırlarımıza veya öğrencilerimizle olan ilişkilerimize karşı öne sürülen tüm itirazların hadis temelli olduğunu gördüm ve bu konuyu araştırmaya başladım. Mesela imam nikâhının kız öğrenciler için o dönemde tehlikeli olabilecek sonuçları olduğunu, bunun onları korumayacağını ve artık bu nikâh türünün geçerli olmadığını savundum. Öğrencilere, ailelerinden habersiz olarak böyle bir şey yapmamalarını söylediğimde okuldaki yöneticilerden çok büyük tepki aldım. “Niye durup dururken imam nikâhıyla uğraşıyorsunuz?” dediler. Velhasıl pratik hayatta karşılaştığımız şeyler beni, İslâm dininin kadın ve erkek algısı ya da bize sunulan kabuller üzerinde düşünmeye sevk etti. O dönemde kadın gruplarının konuştuğu en önemli konu, İslâm’da kadın meselesinin önümüze niye bir sorun olarak çıktığıydı.
“Pratik hayatta karşılaştığımız şeyler bizi, İslam dininin kadın ve erkek algısı ya da bize sunulan kabuller üzerinde düşünmeye sevk etmişti. O dönemde bizim gibi kadın gruplarının konuştuğu en önemli konu buydu. Yani İslam’da kadın mevzusunun önümüze niye bir sorun olarak çıktığı.”
“Hadislerde erkek egemen zihniyetin hâkimiyetini gördüm”
Hadis alanında doktora yaptığım için hadisleri incelemeye karar verdim. İnceledim ve maalesef hadislerden bir çıkış yolu bulamadım. Ondan sonra kendime bir dil kurmam gerektiğini anladım ve feminist literatüre yöneldim. Ancak oradan bir şeyler üretebildim. Böylece feminizmle tanışmış oldum. Buna “sentez” denilebilir mi bilmiyorum ama feminist literatürde geliştirilen analiz yöntemlerini benimsemeden hareket ediyorum. Mesela “erkek egemen zihniyet” bence tamamen feminist bir kavram. Şimdi sosyolojik ve antropolojik bir kavram gibi kullanılıyor ama bunun güncelleşmesi feminist hareketle oldu. “Erkek egemen zihniyetle dünyayı algılıyoruz.” diyerek dünyaya baktığınızda daha farklı şeyler görüyorsunuz. Ben de hadislere baktığımda, hadislerin kurgusuna, tarihine baktığımda tamamen erkek egemen zihniyetle üretilmiş ve Hz. Peygamber’e mal edilmiş birçok sözün olduğunu gördüm. Öyle ki Hz. Ayşe’nin kendi döneminde ona ulaşan ve Hz. Peygamber’in kesinlikle böyle bir şey demediğine dair rivayetler bile hadisleşerek bize gelmiş. Hz. Peygamber’in en yakın şahidi bunu reddediyor ama onun reddetmesi, bunun ümmet tarafından hadis olarak kabul edilmesini engellememiş. Dolayısıyla burada bir kadın bakış açısı olmadan bir yorum yapmanın mümkün olmadığını gördüm. Yoksa yaptığınız yorumlar “Evet, İslâm kadına bütün haklarını vermiştir ama Müslümanlar bunu yanlış uyguluyorlar.” cümlesinden öteye gidemeyecekti. Dolayısıyla feminist okumalarıma da bu şekilde başlamış oldum. Sentezim belki bu noktada oldu. Çünkü feministlerin en büyük kavgası aslında dinle. Bu maceranın içine dini reddederek girerler. Sadece dini reddederek değil, aynı zamanda kendilerini dine düşman bir konum almak zorunda hissederler.
“Sadece kitabiyat faslına baktığınızda kadınlar için çok iç açıcı bir durum yok. Ne yazık ki Müslümanlar, bu kitabî malzemeyle yüzleşme alışkanlığına sahip değiller. Yani her yüzleşme çabası bir irtidat çabası gibi algılanıyor.”
“Hiçbir zaman dini kimliğimden vazgeçmeyi düşünmedim”
Dindar kimliğim benim için önemli bir unsur. Ama önümüze din diye gelen malzemeye bir de bu tezlerle bakmanın önemli olduğunu düşünüyordum. Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra olağanüstü bir dönem yaşanmış ve o dönemin etkisiyle kadim zihniyet yeniden hortlamış. İslâm kültürünü, geleneğini, özellikle yazılı materyali etkisi altına almış. Aslında pratiklere baktığınızda yazılı kültürle uyuşmayan ya da yazılı kültürün kısıtlamalarını aşan pek çok şey görebilirsiniz. Sadece kitabiyat faslına baktığınızda kadınlar için çok iç açıcı bir durum yok. Ne yazık ki Müslümanlar, bu kitabî malzemeyle yüzleşme alışkanlığına sahip değiller. Her yüzleşme çabası bir irtidat çabası gibi algılanıyor.
Dini koruma refleksi
Kadın konusu söz konusu olmadan önce Türkiye’de içtihat konusu tartışılıyordu. “İçtihat kapısı kapanmış mıdır, hâlâ açık mıdır?” tartışmasında “Açıktır.” diyenler sanki dinden çıkmış gibi algılanıyordu ve bu şekilde bir muameleye tabi tutuluyordu. Bunu da aslında çok haksız bulmuyorum. Çünkü Müslüman dünyada Batılılaşma çabalarıyla birlikte dini beğenmeyen, dinle beslenen, gelenekleri beğenmeyen elit bir kesimin dini değiştirme, reform yapma gayretleri oldu. Müslümanlar bu konuda onlara -haklı olarak- tepki duydular. Fakat bu tepkiler zamanla rasyonaliteden uzaklaştı. Dinle ilgili gündeme gelen her yeni şey, tepkisel bir tarzla karşılanmaya başlandı. Dolayısıyla sadece kadın meselesi değil, birçok mevzu, Müslümanlar arasında bu şekilde tartışıldı. Fakat zamanın herkesi olgunlaştırdığını da görüyoruz.
“Feminist kesim için, dindar olduğunuz sürece feminizminiz her zaman şüphelidir. Dindar kesim için de feminizm gibi bir kelimeyi sahipleniyorsanız dindarlığınız şüphelidir. Dolayısıyla iki tarafa da yaranamayan, kendi doğrularınca hareket eden bir insan olursunuz.”
Dindarlık ve feminizm
Feminist kesim için, dindar olduğunuz sürece feminizminiz her zaman şüpheli. Dindar kesim için de feminizm gibi bir kelimeyi sahipleniyorsanız dindarlığınız şüpheli. Dolayısıyla iki tarafa da yaranamayan, kendi doğrularınca hareket eden bir insan olursunuz. Ama ben böyle bir noktaya ezbere gelmediğimi düşündüğüm, kendi kanaatlerimden emin olduğum için tavrımı sürdürüyorum.
“En önemli kadın sorunu yoksulluk”
Kesimlere göre farklılaşsa da Türkiye’de geniş bir kadın kesimini ilgilendiren en kapsamlı sorun, yoksulluk. Sonra fiziksel ve ekonomik şiddet. Bunlar çok Batılı ifadeler gibi geliyor çünkü bütün Batılı projeler bu laflar üzerinden yürüyor ama bu da bir gerçek. “Batı böyle diyor, biz böyle demeyelim.” diyecek hâlimiz yok. Batı’nın böyle demesini istemiyorsak bu sorunları çözmemiz gerekiyor. Fakat bence Türkiye’deki en büyük sorun, kadınlarla ilgili meselelerin “kutsal aile” mitosunu zedelemesi korkusuyla sürekli görünmez kılınmaya çalışılması. “Bir sorun yok!” dediğimizde, bir sorun yokmuş gibi bir havanın oluşmasını beklemek. Ama şiddet ve yoksulluk sorununu asla göz ardı edemeyiz.
“Başörtüsü sorunu yok, tesettür sorunu var”
Dindar kadınların yaşadığı özellikle de kıyafetlerine yönelik sorunları görmezden gelemeyiz. Bunu artık “başörtüsü sorunu” olarak görmek yanlış. Bu tamamen bir tesettür sorunu. Sadece başını örterek tesettürünü gerçekleştiren bir kadının bile, “kamusal” yer olarak ilan edilen alanlara girmesi yasaklanabiliyor. Onun dışında daha farklı tesettür şekilleri ise bizi utandırıyor. Mesela çarşaflı bir kadının üniversiteye girmesi imkânsız bir şey. Ben bunlara kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu psikolojik, aşağılık kompleksinden kaynaklanan, kendi geleneğimizden, kıyafetlerimizden utanmamıza sebep olan, utanmaktan öte bir tehdit olarak algılayan zihniyetimizi yabancılaşmış buluyorum.
Gericilik sembolü
Feminist hareket -biraz enternasyonal tarafları olduğu için- Doğulu kültür ürünlerine gericilik sembolü olarak bakar. Bunu aşamadılar hâlâ. Hatta birçok feminist kadın, dindar kadınları “normal” görse de çarşaflı bir kadınları “öcü” olarak görmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuda aklıselime ya da kendimizi kabul etmeye dayanan bir olgunluğumuz yok. Onun için dindar kadın, kadın hareketi içinde zorla kendine yer açan bir konumda.
“Şu anda dindar kadınları feminist hareketten uzak tutan pek çok şey var. Özellikle başörtüsü konusuna yaklaşımları her zaman bir filtre görevi görüyor. Yani en hayatî sorunlarında destek bulamayan dindar kadınlar feminist kadınların, kendilerini kadın olarak görmediğini düşünüyorlar haklı olarak.”
“Dindar kadınları feminist hareketten uzak tutan pek çok şey var”
Dindar bir kadın olarak yoksullukla, şiddetle, kadın sorunlarıyla mücadele ediyor olmanız feminist gruplar tarafından, başörtüsü yasaklarının altını dolduran bir fonmuş gibi anlaşılıyor. Hâlbuki feminist olmasa da Türkiye’de pek çok kadın örgütü, yıllardır kadın yoksulluğu ile kendi çapında uğraşıyor. Onların yaptıklarını “Efendim, sadece hayır işleri yapıyorlar.” diye küçümsemek son derece yanlış bir davranış. Türkiye’de yoksulluğun sosyal bir patlamaya dönüşmemesinin en temelindeki saiklerden biri de bu hayır faaliyetleri. Yoksulların maddî veya manevî, bir şekilde destekleniyor olmaları. Bunun da bir karşılık beklemeden, Allah rızası için yapılıyor olması.
Şu anda dindar kadınları feminist hareketten uzak tutan pek çok şey var. Özellikle başörtüsü konusuna yaklaşımları her zaman bir filtre görevi görüyor. Yani en hayatî sorunlarında destek bulamayan dindar kadınlar, feminist kadınların kendilerini kadın olarak görmediğini düşünüyorlar haklı olarak. Çok fazla uzlaşma noktasında değiller. Fakat kendimiz için “öteki” olan insanlarla buluşma konusunda sivil toplum bazında bir eğilim olduğu da bir gerçek. Bunun getirdiği güzellik, bir arada iş yapılması oluyor. İyi bir gelişme.
“Dindar kesim ‘Türkiye’nin ötekileri’ olarak kenarda bırakıldı”
Cumhuriyetin ilk yıllarına baktığımızda herkes kesin inançlıydı. Cumhuriyet elitleri de kesin inançlıydı, muhafazakârlar da. Dolayısıyla sentezler aramak gibi çalışmalar yoktu. Şunu da söylemek gerek, dindar kesim gerçekten zulme uğradı. “Bu ülke ancak elit bir grubun idaresinde olabilir.” şeklinde bir yanlış var. Türkiye’de demokrasinin tarihi bence çok yeni. Dolayısıyla demokratik bir yaklaşım olmadığı için dindar kesimler bu ülkenin ötekileri olarak sürekli bir kenarda kalmaya mahkûm edilmiş. Bu psikoloji, dindar kesimi kendi içine kapanmaya itiyor zaman içinde. İmam hatip liseleri gibi çocukların kendi değerleriyle yetiştirildiği ortamlar ancak 1950’lerden sonra oluşmuş. Bu okulların açılmasıyla birlikte, dindar kesim içinde çocuklarının “dinsiz olması korkusu” ortadan kalkıyor.
“Yani şu anda çok marjinal gruplar dışında klâsik fıkhın savaş hukukunu, savaş enstrümanlarını ya da ticaret hukukunu dayatan böyle geniş kabul görmüş bir anlayış bir grup yok dünyada; bir Müslüman ülke yok. Ama aile hukuku denilen yani kadınların haklarını evlenmeyi, boşanmayı, miras hakları gibi aile hukukuna içeren ve kadın erkek eşitsizliğini en bariz şekilde ortaya koyan kısım sanki şeriatın tamamıymış, dinî hukukun odak noktasıymış gibi davranılıyor.”
“Türkiye’de kadın okur-yazarlığının artmasında imam hatip okullarının büyük katkısı var”
Birçok genç kız bu sayede okula gitti. Oradan üniversiteye geçti, meslek sahibi oldu ve geleneksel değerlerini de sürdürdü. Yani Türkiye’deki dindarlar için kızların okumasından dolayı ortaya çıkacağı düşünülen tehlikeler pratik hayatta görülmedi. Kızları onların düşündüğü gibi yine ahlâklı, dindar ama para kazanan, kendine güvenen ve toplumda kendine yer edinen kadınlar hâline geldi. Bununla gurur duydular. Kızların okuması sorun olmaktan çıktı. Aileler kızlarına okula gitmeyi teşvik etti hatta başörtüsü yasakları yüzünden okullarını bırakmak isteyen kızların pek çoğunu aileleri engelledi. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kısım eliti için kızların okuması değil, kendileri gibi olması önemliydi. Onlar “okumuş-yazmış dindar kadınlar” değil de “okumuş yazmış Batılı ve modern kadın” olduğunuz zaman sonuç alındığını düşünüyorlar. O yüzden İmam hatip liselerine vurulan darbeler, dindar kesimin alanını kısıtlamaya yönelik çabalar, bu mücadelenin hâlâ sürdüğünü gösteriyor.
“Dindar kesim içinde Batı’nın tehdit olarak algılandığı iki alan var: kadın ve aile”
Türkiye Müslümanlarının farkında olmadan Batılılaştığı ve modernleştiği pek çok alan var. Bunların birçoğu “iyi bir gelişme”, “hayatı kolaylaştıran şeyler” olarak görülüyor. Tartışılmıyor. Türkiye’de Batılılaşmanın tehdit olarak algılandığı özellikle iki alan var: Kadın ve aile. Ailenin zayıflaması, boşanmaların artması, cinselliğin kuralsız yaşanması gibi sonuçlar dindar insanları, kadın ve aileyi ilgilendiren konularda çok muhafazakâr olmaya itiyor. Ama aynı şey erkekler için geçerli değil. Yani dindar erkeklerin modernleşmesi ya da Batılılaşması, modern kıyafetler giymesi, modern mekânlarda modern işler yapıyor olması, tartışılan konulardan değil. Bu, erkekler için bir “gelişme” olarak yorumlanırken, kadınlar için bir “tehdit” olarak kabul ediliyor.
“Demokratik eşitlik modelinde Türkiye çok iyi bir yerde”
Batılı ve modern zihniyetin hayatımız üzerindeki etkileri teorik temelde tartışılıyor ama bunu tartışanlar bile modernlik ve Batılılıktan kendilerine düşen nasibi alarak tartışıyor. Yani bunun kaçınılmaz olduğunu ve mutlak yanlış olmadığını düşündüğüm boyutları var. Mesela demokratik eşitlik modeli konusunda Türkiye’nin iyi bir yerde olduğunu düşünüyorum.
Kadın erkek eşitliği fikri Batılı bir düşünce; bizim geleneğimize ait değil. Yani modernizm sonrası bir düşünce. Modernizm düşüncesi değil. Hukuk önünde, yasalar önünde bu eşitliğin sağlanmış olmasını, Müslüman bir kadın olarak olumlu görüyorum. Kadını güçlendirme mekanizmaları, şiddete uğradığında gidecek bir yerinin olması ya da bu şiddetin cezalandırılıyor olması modern bir mekanizma olsa da iyi şeyler. Kaldı ki bizim tarihimizde de buna benzer uygulamalar var. Aslında bunu birçok insan olumlu karşılıyor. Kadın tartışmaları, modernlik çerçevesinden biraz çıktı. Teorik düzeyde böyle tartışılsa bile pratiğe baktığınızda yaşam kendisini dayatıyor. Bugün birçok aile, kızlarının kendi ayakları üzerinde duran insanlar olarak yetişmesini istiyor. Yani ona iyi bir koca bulmaya çalışmıyor, “yarın bir gün kocasına bir şey olduğunda nasıl ayakta duracağını” düşünüyor. Bu çok modern bir kaygı. Demek ki burada bir değişim var ve bu değişime aslında kimse hayır demiyor. Fakat hâl işin teolojik kısmıyla yüzleşmeye geldiğinde, bir dirençle karşılaşılıyor. Bu anlamda -diğer Müslüman ülkelerdeki kadınlara göre- Türkiye’deki dindar kadının durumunun çok zor olduğunu yasal anlamda ise daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.
“Müslüman kadınların, İslam’daki aile hukukunun uygulanması ile ilgili sorunları var”
Dinî hukukun ticaret bölümü de var, savaş bölümü de var. Bu bölümlerin hepsi yenilendi. Müslüman ülkelerde -çok marjinal gruplar dışında- klasik fıkhın savaş hukukunu, savaş enstrümanlarını ya da ticaret hukukunu dayatan, geniş kabul görmüş bir anlayış yok. Ama kadın hakları, evlenme, boşanma, miras gibi aile hukuku kapsamında bulunan, kadın erkek eşitsizliğini en bariz şekilde ortaya koyan kısım öylece duruyor. Sanki şeriatın tamamıymış, dinî hukukun odak noktasıymış gibi davranılıyor. Elden giderse her şey kayarmış gibi bunun üzerinde aşırı bir muhafazakârlık var. Birçok Müslüman ülkede, Müslüman kadınların bu hukukun uygulanmasından kaynaklanan pratik sorunları var. Mesela çok eşlilik.
Türkiye’de kadınların başına gelmesini istemediğim bir şey. Birçok Müslüman ülkede de bu var. Kadın bunu istemiyorsa nasıl karşı koyacak? Benzer şekilde miras hukuku. Kadının sorumlulukları artık değişti. Kadının aile içinde hiçbir maddî sorumluluğu olmadığı bir toplumda gelmiş miras ayetlerinin evrensel kabul edilmesini ve bugün hâlâ bu ayetlerle kadınların bağlanmasını dinî maneviyata uygun görmüyorum. Bu konuları, Müslümanların korkularından sıyrılarak ele almaları gereken noktalar olarak görüyorum. Tabii kadınların da daha cesurca tartışması gerek.
“Dindar erkeklerin modernleşmesi ya da Batılılaşması, modern kıyafetler giymesi, modern mekânlarda modern işler yapıyor olması tartışılan konulardan değil. Bu bir gelişme olarak yorumlanırken, kadınlar için bir tehdit olduğu tartışması sürüyor.”
Seküler sistem rahat tartışma sebebi
Türkiye’de seküler bir sistemin olması belki de dini konuların Türkiye’de daha rahat tartışılmasını beraberinde getiriyor. Mesela Mısır’da, Malezya’da ya da Sudan’da ne kadar tartışılabiliyor? Tartışılamıyor çünkü dinî grupların güçlü olduğu ve klâsik anlayışın savunulduğu yerlerde, maalesef dinî konulardaki yeni yaklaşımlar tehdit olarak algılanıyor ve bastırılmaya çalışılıyor. Ben, dinî grupların, farklı anlayışların üretilebileceği fikrine toleransla yaklaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de bu işin daha rahat yapılıyor olmasının sebebi, dindar halkın geçirdiği kaynaklanan bir sağduyu olabilir. Diğer kesimlerin de en az bu kesimler kadar güçlü söylemlerinin olması da önemli bir nokta. İki karşıt kutup da yeterince güçlü olduğu zaman, demokratik uzlaşma zeminlerinin aranması daha kolay oluyor.
Peki, Türkiye’de nerede sorun var?
Demokrasiyi kendine tehdit olarak gören cumhuriyetçiler ve demokratik sistemi tehdit olarak gören radikal Müslümanlarla bir uzlaşma noktasına erişebilmek mümkün değil. Bu özellikleri taşımayan gruplar zaten uzlaşma zeminlerini her zaman buluyorlar.
“Türkiye’de Diyanet yeni bir zihniyet üretmeyi misyon olarak görmüyor”
Seküler bir ülkenin din hizmetleri aslında dinî zihniyet üretme aracı değil. Yani Diyanet yeni bir zihniyet üretmeyi bir misyon olarak görmüyor. Ancak sorunların ve taleplerin değişmesiyle, belli konularda yeni açılımlar sağlayabilmek için kendini ehlisünnete dayalı, özellikle din hizmeti veren bir kurum olarak görmeye başladı. Yeni yaklaşımlar, zorlamalar, fikir sormalar ya da beklentiler Diyanet’i, bir kurum olarak belli konularda açılımlar yapmaya sevk etti.
“Şimdi Türkiye Müslümanları olarak farkında olmadan Batılılaştığımız ve modernleştiğimiz pek çok alan var. Bunların birçoğunu iyi bir gelişme, hayatımızı kolaylaştıran şeyler olarak görüyoruz. Tartışmıyoruz.”
İmamlık, liderlik ve kadın
Tartışmalardan biri de imamlık üzerineydi. Bu konuda Diyanet’in alacağı pozisyon merak edildi. Kadınların imamlık yapmaları konusunda bazı kabuller mevcut. İmamlık bir tür liderliği de içeriyor. Dolayısıyla kadının lider olması konusu meselenin temeli hâline geliyor. Burada da Müslümanların muhafazakâr bir anlayışa doğru kaydığını görebiliyorsunuz. Bir beyefendi bana “Kadın cumhurbaşkanı olabilir ama imam olamaz.” demişti. Ben burada psikolojik bir direnç görüyorum. Rasyonel bir direnç değil. Olması gerekiyor mu veya kaç tane kadın imam olmak ister? Bunlar ayrıca tartışılabilir. Önceleri kadınla erkeğin ilmî bir mevzu tartışması bile bazı zamanlar haram kabul edilmişti. Anlayışlar zamanla değişiyor. Belki bir gün “Kadın imam da olabilir.” denecek. Tabii kimin söylediği, söyleyen insanların ne yaptığı, neyi temsil ettiği de önemli. Müslüman dünyanın, “hâlâ yeterince samimi Müslüman olmadığını” düşündüğü insanlardan gelen bu tür yeniliklere karşı direnci var. Haklı bir direnç olabilir ama Müslümanlar da bu dirençler üstüne düşünmeli.