Siyaset ve Siyasetçi Kadın
Gülay Göktürk
Kadınların Siyasete Farklı Bir Boyut Getirdiğini Görmedim
Gülay Göktürk, Türkiye’nin liberal düşünceyi temsil eden köşe yazarlardan biri. 80 öncesi sol hareket içinde bulunmuş ancak daha sonra kendisini liberal düşünceye daha yakın hissetmiş, fikirleri ile en çok tartışılan yazarlardan. Feminizmin son evresinin farklılık üzerinden politika üreten yaklaşımlarına katılmasa da kendisini feminist olarak tanımlıyor. Feminist olmasını demokratik tavrının doğal bir sonucu olarak görüyor. Yaşam tarzını bir Batılıdan farksız buluyor. Türkiye’de kadınlar arasındaki uçurum, gençlik güzellik fetişizmi, aile ve başörtüsü sorununa ilişkin fikirlerini Türkiye’de kadın konularını analizlerinin merkezine oturtuyor. Kadınların siyasette ne yaptıkları sorusunu soranlardan. Ama en çok muhafazakâr kesimin öncü kadınlarının, aileyi her şeyin üzerinde tutan söylemlerine karşı çıkıyor.
“Reel İslam diye bir şey var”
Türkiye dini yaşamak konusunda diğer İslam ülkelerinden farklı bir tabloya sahip. Reel İslâm diye bir şey var. Nasıl bir zamanlar reel sosyalizm vardıysa bu da öyle bir şey. Bir sosyalizm teorisi vardı ama uygulanışı Çin’de, Küba’da veya Rusya’da apayrı sistemler, rejimler, sorunlar çıkartmıştı. Yani bir İslâm var, bir de her ülkenin kendi tarihi, kültürü, sosyal, ekonomik şartları sonucu oluşan bir reel İslâm var. Uygulanan İslam ile reel İslâm arasındaki farkların çok fazla olduğunu biliyoruz. Bu da aslında gösteriyor ki o toplumlar, kendi tarihleri içinde bir dini yaşama pratiği İslâm yarattılar. Yani İslâm’ı biçimlendirdiler. O toplumlardaki kadın İslâm’a uymadı. İslâm, kadınların zaten var olan durumuna uydu diye düşünüyorum.
“Kadınlar İslami kimliğini koruyarak modernleşme projesinin parçası olmaya çalışıyor”
İslâmiyet’in Türkiye’deki kadınlar üzerindeki etkisinden söz ediyorsak, kendine özgü koşullardan, İslâmiyet öncesini de kapsayan o uzun tarihinden, kültüründen, sosyolojinden, ekonomisinden bahsediyoruz demektir. Bunu gelenek, töre ya da kültür olarak adlandırabilirsiniz. Diğer Müslüman ülkelerden sadece bakışımız değil, yaşayışımız da farklı. Türkiye kadınının büyük bir çoğunluğu kendi İslâmî kimliğini koruyarak modernleşme projesinin parçası olmaya çalışıyor. Türkiye’de kadın hareketinin başlangıcı cumhuriyetten çok daha önceye dayanıyor. Tanzimat’tan beri kadın hareketinin olduğunu görüyoruz. İstanbul’daki elit kadın hareketinin asıl hedefi hep Batı olmuş. Hep Batı uygarlığını örnek almış ve oradaki kadının sosyal statüsünü Türkiye’ye taşımaya çalışmış. Öte yandan geleneksel kadın, modernleşmenin nimetlerinden yararlanmakla birlikte bunu kendi kimliğini koruyarak yapmaya çalışmış. 1980 sonrasında türbanlılar, türbanlarını kimliklerinin bir parçası olarak kabul ederek “Ben modernleşmeye, modernleşme projesine kendi kimliğimle katılmak istiyorum!” dediği için kıyamet koptu.
Yeni, kendine has bir kadın kimliği
Bizim diğer Müslüman ülkelerden temel farkımız, Tanzimat’tan bu yana konunun gündemimizde olması. Yani bir geçmişe sahip. Cumhuriyetle birlikte bu sürecin bizzat ülkeyi yönetenler tarafından teşvik edilmesi, ciddi reformların yapılması, laikliğin çok erken bir zamanda kabul edilmiş olması diğer farklarımız. Bütün bunlar, toplumda daha iyi bir statüde olan, kendi hakları konusunda uyanık, dünyaya açık, yeni bir kadın kimliği yaratmış.
“Feminizm benim için demokratik tavrımın gereği”
On dört, on beş yaşlarından beri kadın erkek eşitliğine inanan ve bu konuda çok hassas bir insan olarak yetiştim. Çok doğal bir biçimde kendimi “feminist” olarak tanımladım. Yani bunu aslında demokrat olmanın, kadın hareketine uyarlanışı gibi gördüm. Zenci beyaz eşitliğini savunuyorsam onun gibi kadın erkek eşitliğini savundum. Benim açımdan böyle topyekûn bir ideoloji gibi değildi. Daha çok demokratik tavrımın gerektirdiği bir tercih. Kendimi zaten erkeklerle eşit görüyordum ve bana da öyle davranılmasını istiyordum. Epey bir zaman sol hareket içinde var olan cinsiyet ayrımcılığına karşı da direndiğim oldu. 1980’li yıllarla birlikte sol hareketin dağılması, belki bir ölçüde örgüt baskılarının kalkması, belki insanların tekrar fikirlerini gözden geçirme ihtiyacını hissetmesi, beni yeni yollara sevk etmiş olabilir.
“Türkiye’de kadın hareketinin başlangıcı cumhuriyetten çok daha önceye dayanıyor. Tanzimat’tan beri kadın hareketinin olduğunu görüyoruz. İstanbul’daki elit kadın hareketinin asıl hedefi hep Batı olmuş.”
“Feminizmin evreleri içinde radikal feminizme itirazlarım var”
Ev toplantıları yapardık. Bu toplantılarda hem Türkiye’de neler yapılabilir diye düşünür hem de feminist literatürü anlamaya ve vakıf olmaya çalışırdık. Küçük gruplar daha da büyüdü. Kendimi feminist olarak tanımlıyorum fakat feminizmin Türkiye’de ve dünyada çeşitli evreleri olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Uzun yıllar kadın hareketine damgasını vuran, adına “Liberal Feminizm” veya “Eşitlikçi Feminizm” diyebileceğimiz hareket hem hukuk planında hem de devlet nezdinde eşitlik için mücadele verdi.
O dönem kitlesel hareketler önemliydi. Bunların hiçbirine katılmamak ve kendimi feminist olarak tanımlamamak benim için söz konusu değildi. Daha sonra dünya çapında kimlik politikaları yaygınlaşmaya başladı. Postmodernizmin etkisiyle, kadın hareketi içinde de feminizmin bir başka aşamasına geçildi. Buna “Radikal Feminist” dönem de diyebilirsiniz, başka bir isim de verebilirsiniz. Fakat burada esas olan kavram artık eşitlik değil, farklılıktı. Yani vurgu kadın erkek eşitliğine değil, kadın erkek farklılığına yapılmaya başlanmıştı.
Farklılık üzerinden inşa
“Kadın erkek farklıdır.” dedikten sonra o farklılık üzerine bir kadın kimliği inşa edilmeye çalışılıyordu. O kimliğe atfedilen özelliklerle kurmaca bir kadın kimliği oluşturulmaya çalışılıyordu. Çünkü siz farklılık temelinde politika yapacağınız zaman, temel aldığınız tabanın güçlü olması gerekir. Bu da sizi biraz teorik alana girmeye zorlar. Kurmaca bir politika içine… Bu politikada “kadın duygusaldır”, “kadın barışçıdır”, “kadın …” diye devam eden bir tanımlama süreci başladı. Kadına özgü özellikler ve erkeğe özgü özellikler bizzat feministler tarafından baz alınmaya başlandı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda feminist kadınlar, farklı kadın kimliğini öyle noktalara götürdüler ki neredeyse bir zamanlar reddettikleri geleneksel ruh bölüşümünü savunur hâle geldiler. Mesela “Kadın farklıdır çünkü kadın annedir.” demeye kadar giden bir söylem. Bu arada doğurmanın ve anneliğin yüceltilmesi o cenahta tekrar ortaya çıkmaya başladı. “Kadın duygularıyla hareket eder, erkek aklıyla hareket eder.” gibi katılmadığım söylemler oldu. Bu anlamda radikal feminizmle meselesi olan bir insanım. Elbette esas olarak, genel konumlanışım itibariyle her alanda cins ayrımcılığına karşı çıkan, kadın erkek eşitliğini savunan bir insanım.
“Kendini muhafazakâr olarak tanımlayan lider, önder kadınlar var. Bunlar 1980’den beri aynı zamanda bir dönüşüm içindeler ve kadın hareketini tartışıyorlar.”
“Evrenselliği reddediyorlar”
Muhafazakârlar içinde farklı ve önemli kesim görüyorum. Kendini muhafazakâr olarak tanımlayan önder kadınlar var. Bunlar 1980’den beri aynı zamanda bir dönüşüm içindeler ve kadın hareketini tartışıyorlar. Genel muhafazakâr kadın kitlesi içindeki öncü kadınları önemsiyorum çünkü bu kadınların doğrudan etkileme gücü var. Öncü kesim açısından bir zaaf noktasından da söz etmek gerek. Yaşadıkları toplumda, Batılı kadın tipi aslında geleneksel olarak çok büyük oranda reddediliyor. Bu kesimin kadınları kendilerini ayırmak için eşitlik mücadelesi veriyorlar. Aynı zamanda “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz. Kendi kültürümüze ve ananelerimize uyan bir özgürlük istiyoruz.” diyorlar. Bu noktada bir sınır çekmeye çalışıyorlar. Ben bunu yanlış ve tehlikeli görüyorum. Çünkü bu yaklaşım kadın meselesinin evrensel karakterini bulandırıyor. Oysa kadın meselesini evrensel kılan en önemli faktör, kadının geleneksel rol bölüşmesi içinde annelik ve eşlik rolüyle sınırlandırılması.
“İş bölümü kadının geri kalışının nedeni”
Feminizmin de söylediği gibi iş bölümü, kadının geri kalışının temelidir. Bu geleneksel rol bölüşümü ise kadın meselesinin evrensel olmasının temellerinden kabul edilir. Dünyanın her yerinde kadın hareketinin, feminist hareketin ana temaları da zaten anneliğin kutsanışı ve annelik vasıtasıyla kadının eve hapsedilişi, çalışma hayatında ikinci sınıf telakki edilmesine karşı çıkmaktı. Bu temalara baktığınız zaman Türkiye’de de böyle, Batı’da da böyle olduğunu görürüz. Öyleyse kadın hareketinin bunlara karşı geliştirdiği özgürlük temaları da evrenseldir. İslâmî kesimden gelen bazı arkadaşlar “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz!” dedikleri zaman bu evrenselliği reddetmiş oluyorlar. “Benim özgürlük anlayışım bana, senin özgürlük anlayışın sana!” dediğiniz anda konuşacak da pek fazla bir şey kalmaz. Özgürlük anlayışı her iki tarafında kabul ettiği bir kavram olursa bunun üzerinde konuşmak mümkün olabilir.
“Feminizmin de söylediği gibi iş bölümü, kadının geri kalışının temelidir. Bu geleneksel rol bölüşümü evrenseldir. Kadın meselesinin evrensel oluşumu altında da bu yatar.”
“Demokrasi evrensel bir kavramdır”
Türkiye’de sık sık “Batı’nın demokrasi anlayışı bize uymaz. Türkiye kendine özgü koşullarla kendi demokrasi anlayışını getirmelidir.” diyorlar. Özgürlük, demokrasi derken çıtayı biraz aşağıya koyuyorlar. Oysa biz o zaman demokratlar olarak ne diyoruz? “Demokrasinin Türkiye’ye özgü, Filipinlere özgü olanı yoktur. Demokrasi evrensel bir kavramdır ve her ülke demokrasiye lâyıktır.” Bu anlamda ben kadın hareketinin önderlerinin bu konuda daha çok düşünmesini ve tartışmasını önemsiyorum. Siz çocuk da büyütebilirsiniz, ev işi de yapabilirsiniz ama yeter ki onu, asli işiniz olarak görmeyin. Üç çocuğunuzu da kendiniz büyütmüş olabilirsiniz fakat bunu, hayattaki en temel fonksiyonunuz, varlık sebebiniz ve kocanızın asla yapamayacağı bir işi olarak görmeyin.
“Hukuksal ayırımcılık kalkmış durumda”
Türkiye’de de dünyada da feminizm artık devletlerle mücadele ederek varabileceği yere vardı. Çünkü hukuksal olarak her türlü ayrımcılık aşağı yukarı kalkmış durumda. Yani hukukta bir şey yok, devlet politikalarında bir şey yok. Hiçbir devlet, kadınları özellikle geri bırakmak için bir şey yapmıyor, baskı uygulamıyor. Burada mesele kadınların bir şeyler yapmamaları. Bizim feminist mücadelemiz de bireyselleşti. O yüzden artık, 1970’lerdeki gibi kitlesel kadın hareketleri, kadın yürüyüşleri göremezsiniz. Çünkü o zaman devletten isteyecek bir şeyler vardı ve devlet üstüne düşeni yaptı. Eşitlik kâğıt üzerinde sağlandı ama şimdi zor kısmı başladı. Bu eşitliğin hayata geçirilmesi tek tek her kadının kendi evinde başlamak üzere kendini, eşini, ailesini dönüştürmesi gerekiyor.
“Bence korunmayı hak eden aileler korunmalıdır, korunmayı hak eden evlilikler korunmalıdır. Aileyi korumak; o ailenin, evliliğin nasıl olduğundan bağımsız olarak bir değer olamaz.”
“Kadın kendini annelik ve eşlik göreviyle sınırlamamalı”
Feminist örgütlenmeler kadın hareketlerinin sokaklara taşmamasının sıkıntısını duyuyorlar. Belki de biraz kolayına kaçıyorlar. Talepleri hep devletten. Oysa devlet yapacağını yaptı. En son yasa değişiklikleriyle cezalar ağırlaştırıldı. Sığınma evleri var. Artık jandarmalar ve doktorlar daha hassas davranarak mağdur kadını hemen aileye teslim etmiyor. Bundan sonra mücadeleyi aile içinde vermek gerekiyor. Mücadele çerçevesi içinde kadının, geleneksel rolünü reddetmesi, annelik ve eşlik göreviyle kendini sınırlamaması gerekiyor. Bunu en temel bilinç olarak gördüğüm için her tezahüründe yerimden fırlıyorum.
“Aile mutsuzluk üreten bir kurum”
Muhafazakâr kesimde, “ailenin korunması” kavramı çok güçlü. Ben aile içinde yaşayan ve aileme değer veren biriyim. Ama muhafazakâr kesime, aileyi ne olursa olsun korumak noktasında eleştirim var. Bence korunmayı hak eden aileler ve evlilikler korunmalı. “Aileyi korumak” denen şey o ailenin, evliliğin nasıl olduğundan bağımsız bir değer olamaz. Bunun çok farklı tezahürlerini gördüğüm için söylüyorum. Boşanmanın kolaylaşmasıyla ilgili tartışmalarda aynı şey belirginleşiyor. Çok farklı şekillerde aileyi korumak fikriyle ve endişesiyle karşı karşıya kalıyoruz. İnsanların kurdukları evliliklerin yıkılması hoş bir şey değil. Fakat unutmayalım, o korumaya çalıştığımız aile, çok büyük oranda hem bizim toplumumuz da hem de Batı toplumlarında mutluluk değil, mutsuzluk üreten bir kurum. Ailelerin içine girip baktığınızda nasıl büyük acılar üretildiğini görüyorsunuz. Eğer büyük oranda mutluluk üreten kurum olsaydı genel olarak ailenin korunması doğru bir şey olurdu. Burada evlilik içindeki bireylerin, ailenin korunmasını esas alan ve ailenin korunması uğruna o evlilik içinde ezilen bireyleri feda edebilen anlayışla mücadele edilmesi gerekiyor. Eğer birey onun içinde gelişiyorsa, mutluysa, kendini gerçekleştiriyorsa o aileye can kurban. Ama hayatı ziyan eden, idareten yaşatan bir kurumsa evlilik, o zaman o bireylerin hayatlarını kurtarmayı esas almalıyız.
“İki taraf da kadınları çarpıştırıyor”
Türkiye’de siyasal mücadele ne yazık ki çok yoğun bir biçimde kadın üzerinden yürüdü. Tanzimat’tan beri Batılılaşmanın biraz kılık kıyafetle birlikte gelmesi ve onun ön planda olmasının da etkisiyle olsa gerek… Daha sonra cumhuriyet devrimleri döneminde de Türkiye’nin hangi dünyanın parçası olacağı tartışması beraberinde hep kadınların kılık kıyafetinin ne olacağı ve kadınların kamu alanında nasıl görüneceği tartışmasıyla birlikte yürüdü. Her iki taraf da sık sık kadınları böyle koçbaşı gibi ellerine alıp birbirlerine çarpıştırdılar. Bu aslında kadının talihsizliğiydi. Belki bir simge olmasaydı başörtüsü yasağı, Türkiye’de çok uzun süre halledilemeyen sorun olarak kalmazdı ve bu kadar da acı çekilmezdi.
Türban: Başı açık olmanın karşı simgesi
“Türban simgedir.” diyenler aslında projenin simgesinin, başı açık kadın olduğunu kabul ediyor. Çünkü tayyörlü, başı açık kadındı modernleşme projesinin simgesi. Dolayısıyla bir simgeler çatışması olarak görüyorlar bunu. “Bizim simgemize karşı başka bir simge çıkardılar.” diye düşünüyorlar. Kadınlar biraz da buna kurban gidiyor. Türban konusundaki görüşlerimi aşağı yukarı yirmi senedir yazıyorum. Eskiye oranla başını örtmeyen kadınların arasında, başını örten kadınları anlamaya çalışma çabasını daha yoğun görüyorum. Zaman zaman köşe yazılarında biraz da karikatür şeklinde çıksa da “Biliyor musunuz onlar da şöyle yaparmış, böyle yaparmış, manikür yaptırırmış.” tarzında yaklaşımlarla onlara karşı bir merakın olduğunu görüyorum. Toplumda hiçbir zaman, yoğun bir biçimde türban düşmanlığı olmadı. Bu sadece elit lâik kesimde söz konusuydu, yasaklanma talebi de onlardan geldi. Üstelik artık başörtüsü yasağı evrensel bir tartışma. Belki Amerika’da tartışacak önümüzde ki zamanlarda.
“Şimdi “Türban simgedir.” diyenler aslında o projenin simgesi başı açık kadın olduğu için bunu simge olarak görüyorlar. Çünkü tayyörlü, başı açık kadındı modernleşme projesinin simgesi. Dolayısıyla bir simgeler çatışması olarak görüyorlar bunu. “Bizim simgemize karşı başka bir simge çıkardılar.” diye düşünüyorlar.”
“Kendimi hem Doğu’ya hem de Batı’ya ait hissediyorum”
Kendimi sık sık dünya vatandaşı gibi hissediyorum. Yani Amerikalı, İngiliz, Fransız bir kadınla paylaşamayacağım hiçbir şey yok. Onları anlayabiliyorum, onların şartlarını biliyorum. Ben de o şartlarda yaşıyorum. Aynı zamanda Anadolu’ya, Doğu toplumlarına has özellikleri de kendimde görebiliyorum. Doğrusu her ikisini de barındıran bir noktada bulunmak bana çok büyük bir zenginlik gibi geliyor.
“Şimdiye kadar kadınların siyasete farklı boyut getirdiğini görmedim”
Türkiye’de kadınlar sadece siyasette değil, toplumsal hayatın farklı alanlarında da geri durumda. Siyaset erkeksi bir alan olageldiği için oraya girmeyi en sona bırakıyor. Yani oradaki kadın sayısı belki de daha geç artacak. Bunda yadırgayacak bir şey yok. Zaten kadınlar, siyasette erkeklerle eşit, iş hayatında aynı şartlarda ve yönetici konumlarda aynı noktada olsaydı geri kalmış kadın cinsinden bahsetmek abes olurdu. Feminizme de gerek kalmazdı.
Bundan yirmi sene kadar önce meslek sahibi yüz kadınla tek tek görüştüm ve bir anket hazırladım. Bırakın sıradan işlerde çalışan kadınları, meslek sahibi kadınlar arasında bile asıl görevinin eş ve anne olmak olduğunu söyleyen kadınlar vardı. Bütün bunların doğal sonucu olarak kadın çalışma hayatında, siyasette, yönetim kademelerinde çok fazla görülmüyor.
“Kadın siyasete heveslenirken siyasetin belirleyici gücü azalıyor”
Benim dileğim kadınlar, siyasete heveslenene kadar siyasetin belirleyici gücü, etkileyici gücü iyice azalmasın. Çünkü görebildiğim kadarıyla siyasi alanların giderek daraldığı bir dönem yaşıyor dünya. Bakıyorsunuz hukuk konuları siyaset dışına çıkıyor. Ekonomi konuları giderek siyaset dışına çıkıyor. Siyasi alanın daraldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu da apayrı bir tartışma konusu ama kadın ve siyaset deyince değinmek istediğim başka bir nokta var. Sık sık kadının siyasete farklı bir boyut getireceğinden söz ediliyor. Bence bu da altı doldurulamamış bir ifade. Kadının siyasette varlığı ile farklı değerler sistemi ve farklı bir siyaset tarzı şimdiye kadar çıkmadı ortaya.
“Kadınlar daha anti hiyerarşik, daha barışçıl siyaset yaparlar, özel hayat konularına ilgi duyarlar, empati kurma yeteneklerinden dolayı daha uzlaşmacı ve daha hoşgörülü olurlar.” gibi söylentiler var. Fakat bunun henüz ispatlanmış bir örneği yok. O anlamda da fazla hayal kurmamak lâzım. Yani birçok erkek siyasetçi şu anda gayet barışçıl politikalar izliyor. Dünya barış hareketinde erkekler daha çok yer alıyorlar. Çevre duyarlılığı kadınlara mal ediliyor. Cephe örgütlerinde erkek sayısı kadın sayısından daha çok. Bu noktalarda parça mitler yaratmak yerine gerçeklere bakmakta yarar var.
En önemli sorun aile içi roller
Türkiye’deki en önemli kadın sorunu, aile içi rollerin hâlâ yeterince sorgulanmamış olması. Türkiye’nin önemli farkla- Siyaset ve Siyasetçi Kadın Gülay Göktürk 160 161 rından bir tanesi de tek bir kadın gerçeği olmaması ve farklı kadın kesimleri arasında uçurumun çok fazla olması. Yani bizim hakikaten ezilen kadınımız çok fena eziliyor, kurtulmuş olanlar da Amerika’dakilerden daha özgür durumda. Uçurum çok derin. O toplumlarda kadınlar arasında fazla uçurum yok. İşçi kadın, genç kız, otuz yıllık evli olan kadın da hemen hemen aynı muameleyi görüyor.
“Geleceğin en önemli ayrımcılığı yaş ayrımcılığı olacak”
Kadın erkek ayrımcılığının bittiği, yaş ayrımcılığının başladığı bir çağdayız. Orada çok büyük bir ayrımcılığın filizleri var. Gençlik tapınılacak bir şeyken yaşlılık horlanan bir durum olarak sunuluyor. Bu alanda da büyük sorunlar var. Bence biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Bizden sonra tabii ki dünya durmayacak başka çelişkiler ortaya çıkacak. Ben oradaki en önemli adayın yaş ayrımcılığı olduğunu düşünüyorum.