Binnaz Toprak

Siyaset ve Siyasetçi Kadın

Binnaz Toprak

Kazanımlardan Yararlanan Kadın Sayısı Kısıtlı

Türkiye’deki siyasal tartışmalar, en fazla kadın meselesine yansıyor. Türk modernleşme tarihinin kadın üzerinden kendini tanımlaması, kadın sorunlarını siyasi tartışmaların bir parçası hâline getirdi. Binnaz Toprak siyaset bilimci, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden… Türkiye’deki siyasal çatışmaların nedenleri, Türk toplumunun siyaset anlayışı üzerine yaptığı araştırmalar ile sık sık tartışmaları etkileyen bir isim. Siyasal tartışmalara bilimsel araştırmaların penceresinden getirdiği perspektif, objektif yaklaşımı ile Binnaz Toprak, Türkiye’nin yetiştirdiği bilim kadınları arasında özel ve önemli bir yerde duruyor.

Kızlara ait üniversite

Türkiye’deki kadının hikâyesini anlatırken aklıma annemin hikâyesi gelir. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yılda doğmuş. Üniversiteye gelinceye kadar Osmanlı Devleti çatısı altında yaşamış. O zamanlar tabii 19. yüzyıldan itibaren, özellikle İstanbul’daki kızlar için okuma imkânları çok daha gelişmiş vaziyette hatta cumhuriyet öncesi bir kız üniversitesi, “İnas Darulfünunu” kurulmuş.

Annem de bu eğitim sürecinden yararlanıp Erenköy Kız Lisesini bitiriyor, hangi yıllarda bitirdiğini bilmiyorum çünkü o yıllar savaş yılları. İstanbul işgal altında ama üniversite çağına geldiğinde cumhuriyet kuruluyor ve 1929 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oluyor annem.1930’ların başında da hâkim olarak Giresun’a atanıyor.

1930’da ağır ceza hâkimi bir kadın

Annemin hikâyesini şöyle ilginç buluyorum. Duvarımda, annemin birkaç tane fotoğrafı var. Bir tanesinde Osmanlı dönemi hâlâ ve dolayısıyla tamamıyla kapalı ama İstanbul kadınları o zamanlar belki Anadolu’dan farklı olarak daha değişik biçimde kapanıyorlar. Hoş bir fotoğraf. Ondan sonra da 1930’ların başında bir adliye binasının önünde çekilmiş fotoğrafı var. Herhâlde Giresun’da olacak o fotoğraf. Bütün o ilin ileri gelenleri var. Vali herhâlde orada belki başkaları da. O fotoğrafın ortasında tek kadın olarak annem var. Onu ben cumhuriyetin özeti olarak görüyorum. Annem o fotoğraftaki en prestijli insan bir açıdan çünkü adliyede ağır ceza hâkimi. Annem eğer 1930’larda fırsat bulup da Avrupa’ya gitmiş olsaydı ve “Ben Türkiye’den gelmiş bir hâkimim, üstelikte ağır ceza hâkimiyim.” deseydi herhâlde uzaylı gibi bakacaklardı. Çünkü ne Avrupa’da ne Amerika’da ne de dünyanın herhangi başka bir yerinde 1930’larda kadın hâkim vardı.

“Cumhuriyet kazanımlarından yararlanan kadın sayısı kısıtlı kaldı”

Cumhuriyetin kazanımları hakikaten çok önemli kadınlar açısından. Bu kazanımlar Türkiye’deki kadınları çok farklı bir konuma getirdi. Ama bütün bu kazanımlardan yararlanan kadın sayısı kısıtlı kaldı.

Belki günümüzde bu sayı çok daha arttı ama yine de Türkiye’nin geneline baktığınızda okuryazarlık, lise ve üniversite eğitimi alma oranlarında kadın erkek arasında önemli farklılıklar var. Onun ötesinde kadınların, devlet ve özel sektörde üst yönetimde bulunmaları açısından önemli farklılıklar var. Hatta ben birkaç sene önce bir yazı yazmıştım “Erkekler cumhuriyeti” diye. Çünkü hakikaten yönetici kadroya baktığınızda erkek ağırlığını görebilirsiniz. Hâlbuki bizim çok sayıda kadın hâkimimiz, avukatımız, doktorumuz, öğretim üyemiz var.

“Türk kadını için pozitif açıdan söylenebilecek çok şey var. Ben birçok İslam ülkesine gittim. Yaptığım projeyi makale haline getirirken Japonya ile karşılaştırdım. Japon kadınlarıyla Türk kadınları arasındaki fark, topluma baktığınızda gözüküyor. Japon kadınları gerçektende çok daha geriler Türk kadınlarına kıyasla.”

“Siyasette kadın niye yok?”

Siyasette kadının olmayışı hakkında Ersin Kalaycıoğlu’yla birlikte, anket çalışmasına dayalı bir araştırma yapmıştık. Nedenini merak ettim çünkü annemin hikâyesi önümdeydi, dokundu bana.

Türkiye halkını temsil niteliğine sahip bu ankette “Siyasetle ilgileniyor musunuz?” sorusunu kadınlara ve erkeklere sorduk. Ortaya çıkan tablo aslında ne kadınlar ne erkeklerin Türkiye’de siyasetle çok da fazla ilgilenmediğini ortaya koydu. Bu siyasiler tarafından sıklıkla öne sürülen bir gerekçe. “Canım biz kadınları istiyoruz ama maalesef ilgilenmiyorlar siyasetle.” derler. Fakat araştırmamızla birlikte erkeklerin de ilgilenmediğini gördük.

Meclisin üçte biri kadın olmalı

Sağlıklı bir oran kuracaksanız meclisin üçte bir kadarının kadınlardan oluşması gerek. Mesela “Siyasete girmek ister misiniz?” sorusuna “Hayır!” diyenlere “Neden girmek istemiyorsunuz?” diye sorduk. Çok büyük bir oranda “Çünkü siyasette kadınlara fırsat tanınmıyor.” dediler. Aynı şeyi genel nüfusa yani hem kadınlara hem erkeklere sorduğumuzda yine büyük bir oranda kendilerine fırsat tanınmadığını söyledi. Siyasal partiler bu güne kadar kadın adaylar göstermedi değil ama kadın adayları listelerin en sonuna ya da seçilemeyecekleri yere koyuyorlar. Kadın adayın o şartlarda seçilebilmesi o kadar zor ki…

Türkiye’yi diğer ülkelerle kıyaslandığında ne görüyoruz?

Kadınlara karşı önyargılar gibi sebepler başta olmak üzere, çeşitli sebeplerle dünyanın pek çok yerinde parlamentolarda kadın sayısı oldukça düşük. Mesela Fransa’da yakın zamanlara kadar meclisteki kadın oranı çok düşüktü. 2000 yılında, Japonya parlamentosunda hiç kadın yoktu.

Bu oranların, kota konularak zaman içinde yükseldiğini görüyorsunuz. Sorunu çözecek adımlar atılıyor. Biz araştırmamızı tamamladıktan sonra meclise gidip anlattık. Bizi dinlemeye maalesef dört milletvekili geldi. Ayrıca ben hükûmet yetkililerinden, üst düzeyde yetkililerden birkaçından randevu aldım konuştum, “Bunu kotasız halletmenin imkânı yok.” dedim. Çünkü partililer içinde de o listelerin ilk sıralarına yerleşmek için muazzam bir rekabet var. Parti liderleri gerçekten kadınların girmesini istiyor bile olsalar o kadar çok baskı altındalar ki listelerin başına kadınları koyamıyorlar. Fermuar sistemi diye bir sıralama şekli var. Liste bir kadın, bir erkek şeklinde sıralanıyor. Eğer bu sistem uygulanırsa, meclisin yaklaşık %30-33 gibi bir oranın kadınlardan oluşması sonucunu veriyor. Türkiye’de bunun uygulanması çözüm olabilir. Örneğin bu yöntemi Fas, Malezya, Endonezya, Irak, Sudan ve Nijerya uyguladı. Parlamentolarında kadın sayısı ciddi şekilde arttı.

“Japon kadınları Türk kadınından çok daha geri”

Türk kadını için pozitif açıdan söylenebilecek çok şey var. Birçok İslam ülkesine gittim. Yaptığım projeyi makale hâline getirirken Japonya ile karşılaştırdım. Japon kadınlarıyla Türk kadınları arasındaki fark, topluma baktığınızda hemen görülebiliyor.

Japon kadınları, Türk kadınlarına göre gerçekten de çok daha geriler. Mesela Japonya aynı cinsten insanların ülkesi, erkekler sadece erkeklerle beraber, kadınlar sadece kadınlarla beraber. Bunu görüyorsunuz da yani bir lokantaya giriyorsunuz bir grup kadın burada bir grup erkek orada. Üniversitelerde bile kız-erkek öğrencilerin birbiriyle kaynaşmadığı görülüyor. Üniversite eğitimi kızlarda da oldukça yaygın ama ev hanımı olmak, pasta pişirmek gibi şeyleri öğreten, kızlara özel üniversiteler. Yani istatistikte bu üniversite eğitimi gibi gözüküyor ama erkeklerin gittiği üniversitelerin eğitim ayarında eğitim almıyorlar.

“Ülkemizde ceza yasasında yapılan değişikliklere baktığımda son derece ilerici olduğunu düşünüyorum. Pek çok İslam ülkesinde hatta Batılı ülkede böyle yasalar yok.”

“Yasaların değişmesi Türk kadının başarısıdır”

Ülkemizde ceza yasasında yapılan değişikliklere baktığımda son derece ilerici olduğunu düşünüyorum. Pek çok İslam ülkesinde hatta Batılı ülkede böyle yasalar yok. Irza geçmeden tutun, töre cinayetlerine, kadına karşı şiddete kadar kadınları birebir ilgilendiriyor. Son derece ileri bir yasa. İnsanlar “Avrupa Birliği öyle istedi de hükûmetler onun için yasal değişiklikleri yaptı.” zannediyorlar. Öyle değil! Burada Türkiye’deki feminist hareketin, her kesimden kadın örgütünün çok büyük bir rolü oldu. Dolayısıyla yasaların da bu kadar olumlu yönde değişmesi aslında Türk kadınlarının bir başarısıdır. Hukuk önündeki eşitlik ilkesini ne ölçüde içselleştirmiş olduklarının da göstergesidir.

“Toplumsal bir seferberlik gerekiyor”

Bir de en başta anılması gereken töre ve namus cinayetleri var. Kanunlarla her şeyi halledemiyorsunuz. Burada toplumsal bir seferberlik gerektiği kanısındayım. Bunun biraz da gençlik problemi olduğunu düşünüyorum. Aile tarafından gençler kadını öldürmeye zorlanıyor. Tüm dinler insanı, anneyi, kardeşi öldürmeyi yasaklamıştır. Bu zorlama ve uygulama ile gençlerin ruhları ölüyor.

Yani birinin bedeni, öbürünün ruhu.

Bu konunun çözümü için cezaların ciddi biçimde uygulanması lazım. Cezalar sadece cinayeti işleyene değil, azmettiren aile büyüklerine de verilmeli. Danimarka’da böyle bir olay olmuştu. Anneye, babaya ve o mecliste bulunan kaç kişi varsa tümüne yirmi beşer yıl hapis cezası verildi.

“Kültürel farklılıklardan kasıt İslam’a karşı gelişen fobi”

Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında önemli gelişmişlik farkları olması belki de Avrupa Birliği açısından gerçekten bir sorun. Avrupa Birliği’nde sosyal demokratlar veya liberaller söylemese de Hristiyan demokratlar bunu dile getiriyor. Kafalarının gerisinde Türkiye’nin geri kalmışlığı, kültürel farklılıkları çok önemli bir yer tutmakta.

Kültürel farklılıklar derken, İslam’a karşı Batı dünyasında gelişen fobiyi dile getirmiş oluyoruz. Türkiye’nin bölgeler arasındaki farklılıklarını Batılılara anlatmak zor ve onlar için sorun az gelişmişlik mi, İslam mı bu belli değil. İslam’a karşı bir fobi olduğu kesin. Açıkça dile getirilmiyor fakat buna bağlı olarak başörtüsüne karşı fobi olduğunu tahmin ediyorum.

İslam’a karşı fobi Türkiye’ye bakışı da etkiledi

Türkiye’nin İstanbul, Ege ve Akdeniz sahillerinde yaşayan, Batılı tarzda bir hayat süren insanların görüntüleriyle az gelişmiş bölgelerindeki görüntüler çok farklı. Avrupa Birliği ülkelerinin bu farklılıkları gördüklerinde ne gibi tepki gösterdiklerini bilmiyorum. Fakat bunu hissetmek mümkün. Hıristiyan demokratlar bundan beş, altı yıl önceki bir kongrede açık bir biçimde “Avrupa Birliği bir Hıristiyan birliğidir, Müslüman bir ülkenin burada yeri yoktur!” dediler. Özellikle 11 Eylül’den sonra gelişen İslâm fobisini de göz önüne aldığınız zaman Türkiye’ye karşı önyargı olmasının çok normal olduğunu düşünüyorum.

“Laikler ve dindarlar: İki tarafı da anlayabiliyorum”

Batı’daki önyargının bir kısmı da belki kadın meselesiyle alakalı. Bu aynen Türkiye’deki lâik kadınlarla örtünen kadınlar arasındaki fark gibi bir şey. Bu durum Türkiye’de uzun zamandır büyük gerginliklere yol açan bir mesele. Bu gerginliğin her iki tarafını da anlayabiliyorum.

Laik kadınlar açısından baktığınızda, dinin kendisinde değil ancak İslâm hukukunda önemli sorunlar var. 7. yüzyıldan yaşadığımız 21. yüzyıla kadar dinin, geliştiği toplumlar içinde etkilenerek geldiğini, özellikle erkek ve kadın konusunda fazlaca sorunlu noktanın zaman içinde oluştuğunu düşünüyorum. Mesela çok evlilik, mirastan eşit bir şekilde yararlanamama, boşanmanın neredeyse tarih boyunca pek çok Müslüman toplumda tek taraflı olması, çocuklar üzerinde velayet hakkı, zinanın cezası gibi…

Bunların yeniden ele alınması gerektiğini, bunun da özellikle Türkiye’de yapılabileceğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye, İslâm dünyasının içinde önder bir ülke. Hukukun modern çağa uygun bir şekilde yeniden yorumlanmasının, özellikle kadın erkek ilişkileri meselesinde gerektiği kanaatindeyim. Laik kadınlar açısından baktığınızda, onların neden tedirgin olduklarını da anlıyorum. Çünkü neticede ben de laikliğe inanan bir insanım. Laik bir çevrede yaşıyorum ve tabii bütün arkadaş çevrem de büyük ölçüde o kişilerden oluşuyor.

“Komşu ülkelerdeki uygulamalar kadınları korkutuyor”

İran’da bir İslâm devrimi oluyor ve ilk hareket kadınlara karşı yapılıyor. Afganistan’da Taliban geliyor ilk önce kadınlara müdahale ediliyor. Bunun çok örneği var. Endonezya’dan tutun da Nijerya’ya, Sudan’a kadar. İslâm’ın yanlış yorumundan kaynaklanan bu tür hareketlerin veya sistemlerin kadınlara zorluk yaşattığını görüyoruz. Yani devlet otoritesini arkasına alıp kadınları zorla kapatmak, belirli bir yaşam biçimini dayatmak, erkeklerle aynı kamu alanını paylaşmasını önlemek… Bunlar ciddi bir sorun. Sadece kadınları değil, erkekleri de korkutuyor. Türkiye aslında kadınıyla erkeğiyle birlikte iç içe yaşayan bir toplum. Bu tür bir kapalılık eskiden beri köylerde bile hiç olmamış. Çünkü köylerde kadın erkek tarlada birlikte çalışıyor.

“Seküler olmayan bir hukuk dayatıldığı takdirde bu iş nereye gider?” korkusu muazzam bir gerginliğe yol açıyor. Mesela bütün dünya ülkelerinin %80’ini kapsayan, “Dünya Değerler Araştırması” bu açıdan önemli veriler sunuyor. Bu araştırmaların sonucunda “İslâm dünyası modernleşemez, bu ülkelere demokrasi gelemez.” şeklindeki yanlış yargının yıkıldığı görülüyor. Sonuçlara göre İslâm ülkelerinde yaşayan insanlar da aynen Batı’da ya da başka ülkelerde yaşayan insanlar kadar demokrasiyle yönetilmek istiyorlardı.

“İslâm fobisi başörtüsünü de etkiliyor”

İslam ile diğer dinler arasında önemli bir fark var. Budist, Hindu, Musevi, Hıristiyan yani hangi dinden insanla karşılaştırırsanız karşılaştırın, Müslüman dünyada kadın erkek meseleleri konusunda çok daha muhafazakâr tutumlar olduğunu görürsünüz. Türkiye’de, İslâmî kesimde özellikle başörtüsü meselesiyle ilgili gerginlik var. Bu mesele işin başında o kadar çok politize oldu ki içinden çıkılmaz bir hâle dönüştü.

Pek çok insan hizmet verenle hizmet arasındaki farkın dikkate alınması gerektiğini söyledi. Örneğin kamuda çalışan kadınların başörtüsü takmaması gerekir. Ben de bu kanaatteyim. Erkeklerin de herhangi bir dinî simgeyle kamu alanında görev yapmaları uygun olmaz. Ama öğrencilere yasak getirilmesini son derece yanlış buluyorum. Çünkü eğitim bir haktır, inanç da bir haktır; insanlara bu iki haktan birini seçmesini empoze edemezsiniz. Bu benim örtünmeye karşı tavrımdan tamamen bağımsız, insan haklarına ilişkin bir değerlendirme.

Bu gerginlik çözülebilirdi ama bu çok politikleşti, işin içinden çıkılamaz hâle gelindi. Lâik-İslâmcı çatışması sadece son on, on beş yıldır var olan bir sorun değil, ondan da öncesine, 19. yüzyıla kadar gidiyor. Belki zamanla bir konsensüsle çözülebilir.

“Mesela İran’da bir İslam devrimi oluyor ve ilk hareket kadınlara karşı yapılıyor. Afganistan’da Taliban geliyor ilk önce kadınlara müdahale ediliyor. Bunun çok örneği var. Endonezya’dan tutun da Nijerya’ya, Sudan’a kadar. İslam’ın yanlış yorumundan kaynaklanan bu tür hareketlerin veya sistemlerin kadınlara zorluk yaşattığını görüyoruz.”

“Cumhuriyet devrimleri halk tarafından benimsenmiş durumda”

Cumhuriyet devrimleri işin başında tepeden inme olarak geldi. Henüz büyük bir çoğunluk bunları kabullenmiş değildi. O yıllarda sadece bürokrat ve askerî kadro değişiklikleri benimsiyordu. Zaten onlar eğitimli bir kadroydu. Ama halk tarafından çok benimsenmiş değildi. Bugüne baktığınızda durum öyle değil. 1999 yılında Ali Çarkoğlu’yla bir araştırma yapıp cumhuriyet devrimlerinin ne kadar benimsendiğini anlamaya çalışmıştık. “Cumhuriyet Türkiye’yi ileriye götürmüş müdür sizce?” diye sorduğumuzda halkın %79’unun “cumhuriyet’in Türkiye’yi ileri götürdüğü” kanaatinde olduğunu gördük. Bu çok önemli bir oran. Demek ki devrimler halkın büyük bir çoğunluğu tarafından benimsenmiş artık. Kadın erkek eşitliği meselesinin de devrimlerin de her kesim tarafından benimsendiğini görüyoruz.

Aynı araştırmada halka “şeriat devleti isteyip istemediklerini” de sorduk. O zamanlar %20 gibi bir kesim “istediğini” ifade ediyordu. Bu oranı çok yüksek buluyordum. Oysa Müslüman insanların yaşadığı bir ülkede insanların, Allah’ın kanunlarının gelmesini istemeleri çok normaldi. Ama “İslâm hukukuna göre diyelim ki bir erkek 4 kadına kadar evlenebilir, hâlbuki Medenî Kanun bunu yasaklamıştır. Siz buna izin verilmesini ister misiniz?” diye sorduğumuzda bu oran anında aşağılara düşüyordu.

“Laiklerle dindarların çatışması neden kaynaklanıyor bilmiyorum”

Halkın çok önemli bir bölümü kadınların siyasete girmeme nedeni olarak siyasileri görüyor. Her şeyden önce Türkiye’nin genelinde insanların büyük bir kısmı kadın erkek eşitliğine inanmış vaziyette. Kadınların eğitilmesi konusunda da hemfikirler. Üstelik kadınların birçok mesleği yapabileceklerine inanıyorlar. Türkiye’de kadınlara karşı bir tutuculuk yok. Aynı zamanda Türk halkının şeriat devleti özlemi falan da yok. Lâik kesimle İslâmî kesim arasındaki çatışma nereden kaynaklanıyor ben bunun cevabını tam veremiyorum. Bana öyle geliyor ki bu konuda hassas olan insanlar var ve onların korkularından kaynaklanıyor. Belki de bu korkuları siyasilerin bir kısmı da besliyor olabilir. Tabii bu korkular tamamen asılsızdır demiyorum.

“İnsanlar hoşgörüye dayalı bir toplum düzeni istiyor”

1999 yılında yaptığımız araştırmada temel olarak, Türkiye’de insanların bir arada, hoşgörüye dayalı bir toplum düzeni istediklerini gördük. Mesela “Oturduğunuz mahallede kadınların büyük bir çoğunluğu kapalı olsa bu sizi rahatsız eder mi?” şeklinde çok değişik sorular vardı. Bu soruya karşılık %86’lık oranda “Hayır!” cevabını aldık. Aynı şekilde “Oturduğunuz mahallede kadınların çoğunluğu mini etek giyecek olsa bu sizi rahatsız eder mi?” sorusuna da yine aynı oranda “Hayır!” cevabı aldık.

Bunu zaten toplumda da görüyoruz. Belki sosyal çevre olarak bu iki kesim çok birbirine yakın değil ama her ailede kapalı olan yaşlılar, büyükler, akrabalar var. Dolayısıyla insanlar iç içe yaşamaya alışık.

Lâiklik-İslâmcılık, o kadar uzun zamandır devam eden bir kavga ki hakikaten insanlar “illallah” demiş vaziyette. Halk hoşgörüye dayalı, bir arada yaşanabilecek bir toplum düzenini arzu ediyor.

Türkiye ile Batı değerleri çok farklı değil

Türkiye’deki değer yargıları Batı’dan çok farklı değil. Bu araştırmayı biz yaptığımızda birçok insan şüpheyle baktı. “Kadınlar verdikleri bu cevaplara kendileri inanıyor mu?” dediler. Ben de onlara “Doğru cevabın bu olduğunu düşünmeleri bile çok önemli bir şey.” dedim. Mesela halkın %75’i “Öğrenciler istedikleri takdirde başörtüsü örtebilmelidir.” dedi. “Müslüman bir kadın başörtüsü örtmeli mi?” diye sorduğumuzda ise %59 oranında “Evet.” cevabı aldık. “Bir kadın Allah’a ve Peygamber’e inanıyor ama örtünmüyorsa siz bu kadını Müslüman sayar mısınız?” sorusuna %86’lık bir oran “Evet.” dedi.

1999 yılı Refah Partisi’nin istifasından sonraydı. “Refah Partisi’nin türban politikalarını benimsiyor musunuz?” dediğimizde insanların kavga gürültü istemediği de açıkça ortaya çıkıyor. O zaman %75’ler, %40’lara iniyordu.

Tabii Türkiye az gelişmiş bir ülke olduğu için genel olarak kadınlardan bahsedebilmek çok zor. Türkiye’nin gelişmiş yerlerindeki kadınların konumuyla, daha az gelişmiş yerlerindeki kadınların konumu çok farklı. Aynı şekilde eğitim imkânlarından yararlanmış kadınlarla, bundan yararlanamamış kadınlar da çok farklı. İşçi kadınlarla meslek sahibi kadınların konumları çok farklı. İstanbul’dan Hakkari’nin bir köyüne gittiğinizde 21. yüzyıldan birdenbire 13. yüzyıla dönmüş gibi oluyorsunuz. Böyle önemli farklılıklar var

“Seküler olmayan bir hukuk dayatıldığı takdirde bu iş nereye gider?” korkusu muazzam bir gerginliğe yol açıyor diye düşünüyorum.”

“Avrupa Birliği Türkiye’yi tanımıyor”

Avrupa Birliği açısından kadın sorunsalına baktığımda kentli okumuş kadınların Avrupalılardan, Amerikalılardan veya dünyanın herhangi gelişmiş bölgesindeki kadınlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Düşünsel, eğitim ve yaşam tarzıyla oldukça benzerler. Buna örtünenler de dâhil, örtünmeyenler de… O nedenle Avrupa Birliği’nin mazereti “Türkiye Müslüman bir ülkedir, kültürü bizden farklıdır.” meselesi değil. Türkiye’yi bilen biri olarak bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing gelir “Türkiye aydınlanmayı yaşamamıştır.” der. Bu, Türkiye’nin tarihini bilmemek demek. Çünkü daha Genç Osmanlardan itibaren Türkiye’de aydınlanma fikri çok yaygın ve kabul görmüş bir fikir.