Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Başörtüsü, Yasaklar ve Kadın

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Tanımlanmayı Kabul Etmek Azalmayı Kabul Etmektir

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, dindar kesimin önde gelen yazarlarından. Aslında felsefe eğitimi almış bir sosyolog. Doktora tezi olan Moda ve Zihniyet İlişkisi kitabı aradan geçen uzun yıllara rağmen pek çok araştırmaya kaynak teşkil ediyor. Başörtüsü meselesine bakışı ve toplumsal olaylara yorumları ile her çevrenin görüşüne önem verdiği, referans kabul ettiği bir yazar. Şu ana kadar aralarında iki roman ve hikâye kitaplarının da bulunduğu yirmi kadar kitabı yayınlandı. Türkiye’deki kadın modernleşmesi araştırma konularının arasında yer alıyor. O dönemin öncü kadınlarından Fatma Aliye üzerine yazdığı roman Türkiye’de kadın tarihinin önemli ipuçlarını veriyor. Türkiye’de toplumsal değişmenin dinamikleri, kutuplaşma üzerine özgün yorumları ile dikkat çeken Fatma Karabıyık Barbarosoğlu başörtülü olmasından dolayı İslamcı ya da muhafazakâr olarak tanımlanmaya da itiraz ediyor. Her türlü tanımlamayı “azaltma” olarak yorumladığı için “Bütün tanımlamalara karşıyım.” diyen Barbarosoğlu, dünyadaki kadın sorunlarını 21. yüzyıla yaptığı projeksiyon ile yorumluyor. “Bugün kadınların yaşlanma hakları ellerinden alındı.”, “Türkiye’de kadınların dindar olma hakları yok.” yorumları da kadın sorunlarına bildik yaklaşıklarım dışında analizler içeriyor.

“Onlarda olan, bizde olmayan”

Kadın modernleşmesini anlamak için en azından yayımızı iki yüz yıl evvelden başlatmamız gerekiyor. Osmanlı kendi kimlik sorununu 1699’da başlattı. 1699 Osmanlı’nın antlaşmayla toprak kaybettiği bir yıldı ve “Neden toprak kaybediyoruz?” sorusunu hem asker hem de ulema kendisine sormaya başladı. Batı topraklarına toprak katarken, Osmanlı kaybediyordu. Bunun için Mehmet Çelebi Paris’e gönderildi ve ilk defa Batılı kimlik ciddiye alınarak “onlarda olanlar” ve “bizde olmayanlar” tespit edildi. Bu açıdan Paris Seyahatnamesi enteresandır. Mesela onlarda kadınlar sosyal hayattaydı. Aksine Osmanlı’da kadınlar evlerindeydi. Dolayısıyla aydınlar, kadınların sosyal hayata girmesini imparatorluğun istikbali açısından önemsediler.

“Kadınların da eğitilmesi gerek”

“Tek ayakla yürünmez.” metaforunu kullandılar. “Hâlbuki biz tek ayakla yürümeye çalışıyoruz. İki ayak üzerinde durmamız için kadının sosyal hayatta yer bulması gerekiyor. Sosyal hayatta yer bulması için de kadınların eğitilmesi gerek.” fikrine öncelik verildi. Ancak iyi eğitim görmüş anneler, çocuklarını iyi yetiştirebilirlerdi. Bu açıdan dönemin akımlarına baktığımızda şu üçüyle karşılaşıyoruz: Batıcılar, İslâmcılar ve Türkçüler. Batıcılar ve Türkçüler kadınların eğitilmesi konusunda hemfikir. Bununla ilgili olarak da üst menşein, İslâmcıların tavrı farklıydı. Mesela Musa Kâzım der ki “Erkekler için bile üst eğitim gerekli değildir.” Herkes yüksek eğitim görürse ara meslekleri kim icra edecek? Meseleyi bu noktadan hareketle yorumlamamız mümkün ama aslında kastedilen kadınlar için önemli olanın iyi eş, iyi anne olmaları düşüncesi.

“Cumhuriyet iyi vatandaş olma kategorisi ekledi”

Cumhuriyetle birlikte bunlara iyi vatandaş olma kategorisi eklendi. Modernleşmeyi sağlamak için şöyle bir üçlü ayak kuruldu.

  1. Batı’da olup da bizde olmayan şey yani anayasal devlet. Hemen hukukî düzenlemeler yapıldı.
  2. İktidara ortak elit bir tabakanın yetiştirilmesi gerekiyor. Bunun için özellikle yurt dışına aydınlar gönderildi ve iktidara ortak bir gazeteci kimliği yetiştirilmesi öncelendi. Bugün de etkisini gördüğümüz, esasında iktidarı zaman zaman zorlayan gazeteci kimliğinin tohumları Tanzimat Dönemi’nden itibaren ortaya atılmıştı.
  3. Kadınların eğitilmesi.

Diğer taraftan zihniyet açısından da üç eşitsizliğin ortadan kaldırılması önceleniyordu.

  1. Hür köle ayırımı. Tanzimat’tan sonra kölelik kaldırıldı.
  2. Gayrimüslim Müslim arasındaki fark ortadan kaldırıldı.
  3. Kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik düzenlemeler yapıldı. Kadınlara miras hakkı verilmesi konusu ortaya çıktı. Eğitimle ilgili bu tip hareketler başlatılınca orta sınıf kızlar okullara gönderilmeye başlandı. Burada enteresan olan, alt tabaka kadınların da savaşlar yoluyla modernleşmesi gerçeği. İngiliz ticaret antlaşmasıyla birlikte ilk defa kadınlar çalışma hayatına giriyor. Alt seviyedeki kadınlarla, özellikle Bursa’nın köylerinden gelen, yatılı dokuma fabrikalarında çalışan kadın işçilerle karşılaşıyoruz. Yine savaş yıllarında çalışan çöpçü kadınların varlığı da önemli bir veri. Bu kadınların modernleşmesi bir zaruret sebebiyle olmuş. Aynı dönemde üst sınıflardaki modernleşme ise eğitim şeklinde kendini gösteriyor. Yani üst seviyedeki kadınlar eğitim alarak modernleşme sürecine giriyorlar.

“Osmanlı “Tek ayakla yürünmez.” Metaforunu kullandı. “Hâlbuki biz tek ayakla yürümeye çalışıyoruz. İki ayak üzerinde durmamız için kadının sosyal hayatta yer bulması gerekiyor. Sosyal hayatta yer bulması için de kadınların eğitilmesi gerek.” fikrine öncelik verildi.”

“İlk kadın yazarımızın doğum tarihi 1862”

İlk kadın yazarımızın doğum tarihi 1862’dir. Bu çok çarpıcı elbette. Fatma Aliye Hanım 1890’da Batı dili öğrenmiş ve konakta eğitim görmüştü. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıydı. 1890 yılında Fransızcadan bir roman çevirmiş, bir kadın imzasıyla imzalamış ve bu edebî eser, kamuda çok büyük tartışmalara sebep olmuştu. Çünkü bir kadın Fransızcadan kitap çeviremezdi. 1890 yılında Fransızcadan kitap çeviren Fatma Aliye Hanım, birkaç yıl sonra da Muhadarat isimli bir roman yazmış ve bu yönüyle de çarpıcı bir örnek olmuştu. 1893 yılında Chicago’da, 1901 yılında da Paris’te bir sergiye davet edilmişti. Aydınların tartıştığı “Sosyal hayatta kadınlar niye yok?” konusunu kadınlar kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir taraftan “Bizim Batılı kadınlardan geri kalan hiçbir tarafımız yok ve Batılı kadınların yaptığı her şeyi biz de yaparız.” deyip diğer taraftan da art arda gelen savaşlardan dolayı ortaya çıkan sosyal problemlere engel olmak ve bunlarla mücadele etmek üzere dernekler kurdular. Mesela Fatma Aliye Hanım, Cemiyet-i İmdadiye Derneği’ni kurmuştu. Hilal Ahmedî ise ilk kadın üyesiydi.

Resmi tarihin empozesi

“Cumhuriyetten önce kadınların sosyal hayatta hiçbir etkileri yoktu ve cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal onlara sosyal hayata girmeyi bahşetti. Onlar da bu haktan yararlandılar.” Bu tamamen resmî tarihe ait bir ifadedir ve bir hatadır. Bu hata da devam ettiriliyor. Hâlbuki Tanzimat’tan itibaren Osmanlı kadınları sosyal hayatta var olmak için dergiler çıkardılar. Yine Osmanlı kadınları uzun soluklu ve kadınlara mahsus gazete çıkarttı. Fatma Aliye Hanım da bu gazetenin başyazarlarından biriydi. Toplumun her kademesinde dernekler kurdular ve bu derneklerde rol aldılar. “Cumhuriyetle birlikte ne oldu?” sorusunda bizi yanılgıya düşüren şey, cumhuriyetle birlikte birdenbire kadının tanımının değişmesiydi.

“Cumhuriyetin modern kadınları kendilerine bırakılan mirası reddettiler”

Daha önce kadınlar kendi aralarında “Biz Avrupalı kadınlara benzemeli miyiz, benzememeli miyiz? Biz Müslüman kadınlar olarak muhakkak Avrupalı kadınlardan farklı olmalıyız.” tartışmalarını yaparken bir taraftan da “Ferace ve çarşaf kamusal alana uygun kıyafetler değil. Kendimize uygun kıyafetler bulmalıyız.” diye düşünüyorlardı. Ancak cumhuriyetle birlikte bu tartışmalar kesintiye uğradı ve cumhuriyetin modern kadınları, onlara bırakılan mirası reddetti. Bu reddi miras, 1820 Harf İnkılâbı ile de devam ettiği için sanki biz, 1923 yılında birdenbire bir yerlerden gelmiş, bir gezegenden Türkiye’ye indirilmiş bir kadın tipi gibi algılamaya başladık modern kadınları. Hâlbuki modern kadın tipinin asıl ve ilk örneği 1862 doğumlu Fatma Aliye Hanım’dı.

“Batılı kadını tanımlamaya çalışmadığımız hâlde, tam da Büyük Orta Doğu projelerinin eşiğinde neden Müslüman kadınlar yeniden tanımlanmaya başlanıyor? Neden özgürlük getirilme iddiasıyla Müslüman kadınlar üzerinden, yine Müslüman kadınlara savaş ilan ediliyor?”

“Tanımlanmayı kabul etmek azalmayı kabul etmektir”

Tanımlanmalara itirazım var. Çünkü tanımlanmayı kabul etmek ve bir tanımla var olmaya çalışmak demek, azalmayı kabul etmek demektir. Biz bugün Batılı kadını ne kadar tanımlayabiliyoruz ya da biz Batılı kadını tanımlamaya çalışmadığımız hâlde, tam da Büyük Orta Doğu projelerinin eşiğinde neden Müslüman kadınlar yeniden tanımlanmaya başlanıyor? Neden özgürlük getirilme iddiasıyla Müslüman kadınlar üzerinden, yine Müslüman kadınlara savaş ilan ediliyor? Bunu düşünmek zorundayız.

Esasında “Yayımızı iki yüz yıl geriye çekelim.” dememin sebebi de bu. Çünkü daha önce Osmanlı kadınlarının peçeleri sorun teşkil ediyordu ve Batılı gözlemciler, yüzü açık ama başörtülü kadınları modern kabul ediyorlardı. Tamam, Osmanlı kadınları peçeden vazgeçtiler. Bugün Türkiye’de çok az insan peçe takıyor. Ama bugün yine ‘başörtüsü’ sorun oluyor. Demek ki başlangıçta biz, 1699 yenilgisinden itibaren “Batı’da var bizde yok.” tespitini yaparken yeniden bir eşitlenme sürecine girdik. Bizde olan ‘başörtüsü’. Onu terk ettiğimiz anda kendimize şunu sormalıyız: Kimliğimizi ontolojik olarak sergilememizi sağlayan şeyleri kiminle eşitlenmek, kimin tanımına uymak üzere terk edeceğiz? Dolayısıyla tanımlanmayı reddediyorum.

“Türkiye’de kadınların dindar olma hakları yok”

Hukuk açısından Türkiye ile diğer İslam ülkeleri oldukça farklı. Türkiye’deki hukuk, diğerlerine göre son derece Batılı bir hukuk. Dolayısıyla bunun üzerinden tekrar Batılılarla mukayese etmemizi engelleyecek tek şey Türkiye’de kadınların dindar olma haklarının olmaması. Ama Yemen’deki, Sudan’daki kadın için Afrika tecrübesini İslâm ile beraber görmeye başladığımız zaman zaafa uğruyoruz. “Oradaki ne kadar Müslüman, ne kadar Afrika geleneklerini sürdürüyor?” sorusunu sormamız gerekiyor. Tabii ki buradan baktığımız zaman toplumda İslâm hukuku adı altında kadınların, özellikle miras konusunda, haklarının gasp edildiğini görmezden gelmemiz mümkün değil.

“Medyanın yansıttığı dilin dışında bir problem”

Türkiye’de kadınla ilgili en önemli sorunlarımızdan biri töre cinayetleri. Bunun da arka planında, medyanın yansıttığı dilin dışında farklı gerçekler olduğu kanaatindeyim. Türkiye’deki kadınların dindar olma hakkının olmaması da diğer büyük sorunumuz. Hâlbuki Batı’da kadınların, Hıristiyan olma hakkının elinden alınmasından bahsedebilir miyiz? Böyle bir şeyden bahsedemiyoruz. Çünkü kamusal alanda daha seküler bir kimlik söz konusu. Hıristiyanlar için seküler kimliğin problem olup olmaması farklı bir konu elbette. Türkiye için kadınların dindar kimliğinin, seküler kimliği yaralayıcı olduğu üzerinden tartışmalar esasında bizim en hassas noktamız.

“Kadınların birinci derecede sorunu modernleşmenin getirdiği sorunlar”

Dünyada kadınların birinci sıradaki sorunu, modernleşmenin getirdiği sorunlar. Bu Türkiye’deki kadınlar için de söz konusu. Feministlerin çokça dile getirdiği eşit ücret alamamak, çocuklarını yetiştirirken çok fazla sorunla karşılaşmak, kadınların yükünün daha ağır olması… Büyük dairenin içindeki küresel ölçeğe ait problemler ve bunların karşılığı Türkiye’de de var. Türkiye’deki kadınların diğer ülkelerdekilerden farklı olan sorunları başörtülü kızların eğitim hakkı ve Güney Doğu’daki hayatlar üzerinden medyada yerini bulan töre cinayetleri.

“Eşitlik değil, adalet kavramını önemsiyorum”

Kadın erkek eşitliği yönünden baktığımız zaman ister istemez feminist bakış açısının kavramlarını kullanıyoruz. Ben olaylara kadın erkek ilişkisi açısından bakmıyorum. Olayları çözümlemek için kullandığım kelimeler “kadın” ve “erkek” kelimeleri değil. Olayları analiz etmek için kullandığım kavram “adalet”. Çünkü Türk toplumuna, özellikle Müslüman Türkiye’ye ruh veren kavram “adalet”. Adalet kavramı gerçek yerini aldığı zaman kadın erkek arasındaki gerilim de azalacaktır. Dolayısıyla “eşitlik” kelimesinden ziyade “adalet” kelimesini kullanmayı tercih ettiğimi söyleyebilirim.

“Türkiye’deki kadınların dindar olma hakkının olmaması da diğer büyük sorunumuz. Hâlbuki Batı’da kadınların, Hristiyan olma hakkının elinden alınmasından bahsedebilir miyiz? Böyle bir şeyden bahsedemiyoruz”

“Kadın sorununa cinsiyet merkezli bakmıyorum”

Hâkim kültüre göre, sanki bütün olaylara ve kadın erkek ilişkisine, cinsiyetçi bir bakış açısıyla bakmak zorundayız. Feminist bakış açısını kullanmak zorundayız. Benim üst kimliğim feminist olmadığı için olaylara da kadın erkek ilişkisi açısından değil, insani açıdan yaklaşıyorum. Çünkü kadın erkek eşitliği açısından baktığımız zaman, nihaî nokta olarak beyaz kadının sorunlarını içselleştirmiş ve ona çözüm bulma noktasında bir şeyler yapıyor şeklinde buluyoruz kendimizi. Fakat diğer taraftan, 1890’lı yıllarda kadın meselesini konuşmaktan çekinmeyen Osmanlı elitinin karşısında, bugün özellikle muhafazakâr kimlikli çevrelerin, küçük hikâyeleri konuşmaktan korkar bir yapısının olduğu dikkatimi çekiyor. Büyük hikâyeleri konuşurken pek problem yok. Mesela Amerika, İran’a müdahale edecek mi, etmeyecek mi? Meclisten tezkere geçsin mi, geçmesin mi? Büyük hikâye konusunda hemen hemen herkes hemfikir. Bunu konuşmaktan da çekinmiyoruz ama esasında bunu konuştuğumuz zaman da bu büyük hikâyeyle etkileyecek kadar alanımız yok. Hâlbuki küçük hikâyeyi konuştuğumuzda tam da inşa edebileceğimiz bir alan var. Özellikle muhafazakâr erkeklerin, küçük hikâyeleri anlatmak ve önemsemek konusunda dağınık olduklarını görüyorum. Aile merkezli bakış açısı ile yüzleşmiyorlar.

Kadınları en fazla kim eziyor?

Başörtülü dindar kadınların, devlet tarafından ezilmediğini söylemek mümkün değil. Bunu herkes aşağı yukarı görebiliyor. Ezilmeyle ilgili olarak, sınıfçı yaklaşımlar analiz etme imkânı veriyor. Gelir seviyesi yüksek erkeklerin eşleriyle, gelir seviyesi düşük erkeklerin eşlerinin ezilme konusunda birbirlerine yaklaştığını görüyorum. Alt sınıftaki kadınlar, ekonomik açıdan mağduriyetler yaşarken, üst sınıf kadınlar güzellik ve gençlik faşizminin baskısı altında eziliyorlar. Ama güzellik faşizminin etkilerini, önümüzdeki yıllarda üst kimliğini dindar olarak koyan erkekler açısından da göstereceğini bugün yazılmakta olanlardan çıkarmak zor değil. Kadının güzelliği her zaman önemli olmuştur ama güzelliğin iyilikten boşandırılması süreci, güzelliği faşist bir yaptırım olarak ortaya çıkartıyor.

“Türk toplumuna, özellikle Müslüman Türkiye’ye ruh veren kavram “adalet”. Adalet kavramı gerçek yerini aldığı zaman kadın erkek arasındaki gerilim de azalacaktır.”

Kavramalar birbirinden kopuyor

Moderniteyle birlikte biz pek çok kavramın birbirinden boşandırılmasına tanık oluyoruz. Daha önce iyi olan güzeldi ve güzel olan iyiydi. İyilik ve güzellik birbirinden ayrılmaz ikiliydi. Hadis-i Şerif’te de Peygamber Efendimiz, “Bir kadın üç şeyi için nikâh edilir.” diyordu. Moderniteyle birlikte siyaset ve ahlâk gibi güzellik ve iyilik de birbirinden boşandırıldı ve postmodern tüketim kültürünün lokomotifi oldu. Mesela Amerika’da aynı suçu işleyen iki öğretmen kadından, çirkin olan cezalandırıldı, güzel olan cezalandırılmadı. Güzel olanın avukatı şöyle bir savunmada bulundu: “Bu güzelliğin hapislerde çürümesi doğru mu, bu güzelliğe yazık değil mi?” Dolayısıyla bu daha önce aslında hukukun da dönüştürülmesiyle ilişkilendirilecek bir şey. Daha önce aynı suça aynı ceza önerilirken, modernleşmeyle beraber suçlunun kimliği ve bu kimliği inşa eden güzellik belirleyici oluyor. Güzelliğe bakış, evrensel bir hikâye olarak ezici.

“Biz yaşlanma hakkı elinden alınmış ilk kuşağız”

Feministlerin benim çok beğendiğim bir duruşları var. Tabii feministler bugün çok parçalandığından, bütün feministler için bunu söyleyemiyorum. Kadınlar ezilmemek için kocakarı payesini terk etmek zorunda kaldılar. Biz belki de yaşlanma hakkını kaybetmiş ilk kuşağız. Son yaşlanma hakkına sahip olan bizim annelerimizdi. Biz artık yaşlanma hakkına sahip değiliz. Yaşlanma hakkına sahip olmamamız bizim daima genç ve güzel olacağımız anlamına gelmiyor. Yaşlanınca elde edeceğimiz iktidarın elimizden alınması anlamına da geliyor. Bütün toplumlarda özellikle Türk toplumunda, ataerkil tahlilleri bertaraf edecek olan, anaerkilliğe göndermede bulunacak olan kocakarı payesini yitiriyoruz. Çünkü geçmişin dilini kocakarı biliyordu. Dolayısıyla bütün dünyadaki kadınların ortak sorunu, genç ve güzel olma dairesinin içine hapsolmaları.

“Kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük olarak algılandığı için benimsenmez”

Kadın özgürlüğü kavramı Türkiye’de de maalesef kadınların cinsel özgürlüğü noktasından tartışmaya açıldı. Normalde kadın özgürlüğünü savunacak erkek ya da kadınlar, cinsel özgürlüğü savunan fertler durumuna düşmemek için kadın haklarına karşı konumlandırdılar kendilerini. 1970’li yıllarda özellikle Devlet Radyosu’nda başlayan kadın programları bu konuda daha makul bir yol izliyordu. En iyi ifadesini Duygu Asena’da bulan 1980’li yılların feminizmi, “Kadın özgürlüğü eşittir cinsel özgürlük.” şeklinde bir savunuya sahip oldu. Bu sebeple de sahiplenilmedi.