Alev Alatlı

Aile, Annelik ve Çalışan Kadın Kodları

Alev Alatlı

Türk Erkeği Bir Melaikedir

Alev Alatlı, Türkiye’yi yazan, bu topraklardaki yerel, dini kültürü yok sayarak yapılan değerlendirmelere “Yok öyle o kadar da yalnız değiliz.” diye itiraz eden önemli yazarlarımızdan… Aslında Makedonyalı göçmen bir ailenin kızı. ODTÜ’deki başarısı ile döneminde burs almış on kişiden biri. Eğitimine Amerika’da sosyoloji, felsefe, teoloji alanlarında devam etmiştir. On yıl aradan sonra döndüğü Türkiye Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev almış, Turgut Özalın danışmanlığını yapmıştır… Edward Said’in “Oryantalizm” ve diğer eserlerini Türkçeye kazandırmış. Yaseminler Tüter mi, Aydın Despotizm gibi kitaplarının yanı sıra Türkiye’yi anlattığı Viva la Muerte, Valla Kurda Yedirdin Beni, O.K. Musti Türkiye Tamamdır isimli romanlarıyla Türkiye’nin sayılı entelektüelleri arasında yerini almıştır. Shrodinger’in Kedisi-Kâbus-Rüşa üçlemelerinin yanı sıra Rusya üzerine yazdığı üçlü kitap serisiyle Rusya’da Şolohov Edebiyat Ödülü’nü almıştır.

“Dünyada kadınların tek ortak tarafı var: Çocuk doğurmak”

İşin başından beri kadının ayrı bir faktör olarak ele alınmasını yadırgayan biriyim. Bana öyle geliyor ki dünyanın neresinde olursa olsun kadın, yaşadığı kültürün ayrılmaz bir parçası. Şimdi hâl bu iken özel, kadın odaklı teoriler bana her zaman bir taraftan aksar gibi geliyor. Belki bir nedeni de kadın olarak, sırf kadın olduğumdan başka bir kültürün kadını ile otomatik olarak iş birliği yapabileceğim veya bir anlayış geliştirebileceğim gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Böyle bir ima var. Yani “dünyanın kadınları” diye bir şey yok. Biz hangi kültürdensek o kültürün yarattığı kadın tipiyiz. O yüzden “uluslararası kadın dayanışması” filan bana hep sakat yani iniş çıkış gibi geliyor. Çünkü dünya kadının ortak tarafı varsa o da çocuk doğurması olabilir. Mesela Madam Merkel’i, Sudanlı bir çocuğa sütannelik yaptığı zaman kadın olarak görebiliyorum. Onun dışında görmüyorum. Yani ortak noktamız kadın. Ortak noktamız doğuruyor ve süt veriyor olmak. Varsa bir ortak nokta, o da bu.

“Yine Batı çıkışlı feminizm”

Şimdi bu temel ortak nokta işlemediği sürece geri kalan bana biraz moda akımı gibi geliyor. Bunun altında yine Batı çıkışlı bir feminizm olduğunu düşünüyorum. Bu Batı çıkışlı feminist hareket “Batı’dan çıkan her şey doğrudur.” diye kendi tırnak içindeki biçimini yaratıyor sanki. Dolayısıyla bakıyorsunuz herkes yeni bilim sahası bulmuş gibi üstüne gidiyor. Bana sorarsanız bütün bunlara gerek yok. Kendi toplumumuz içinde abartmadan, kabartmadan genellemeler yapmadan, dört bir tarafı bulaştırmadan kendi ailelerimizin içindeki duruma, kendi toplumumuzdaki durumun içindeki duruma bakalım. Kadına baktığımız zaman erkeği görmemek mümkün değil. Erkeğe baktığımız zaman kadını görmemek mümkün değil. Bunu bir bütünlük içinde ele alıp gözlemleyelim.

“Bireyselleşemeyen erkek”

Bunları söylerken kadın hareketinin ve feminist teorinin kadın sorunlarının çözümüne faydasını yok saymıyorum. Çocukları biçimlendiren eril veya dişil öge saptanmasında yarar var. Kadın egemen toplumlarda erkek çocukların bilinerek veya bilinmeyerek kadınsı yetiştirildiğini gözlemledim. Kadınsıdan kastım daha çabuk yorulan, fiziğini geliştirmeyen, kendi başına kalmayı beceremeyen, bireyselleşemeyen erkek. “Ben bir yumurta bile kıramam.” lafının neredeyse bir erdem gibi algılandığını görüyorum. Eğer bireysellik önemliyse eril ve dişil faktörleri dengede tutmak gerekir.

“Benim gözlemlerime göre Türk toplumunun ataerkil olduğu şeklindeki anlayış doğru değil. Tersine biz anaerkil bir toplumuz.”

“Türkiye anaerkil bir toplumdur”

Türk toplumunun ataerkil olduğu şeklindeki anlayış doğru değil. Tersine biz anaerkil bir toplumuz. Ben bunu gözlemliyorum. Problem, kadın erkek ilişkisini, karı koca veya sevgili ilişkisi olarak görmek. Oysa buradaki ilişki anne ile oğul arasın- daki ilişkidir. Şimdi benim gözlemlerime göre -ayrıca bunu bir tez olarak ileri sürüyorum- Türk toplumu yaygın inancın ya da yaygın söylemin tersine ataerkil değildir. Tersine, bizim toplumumuz anaerkil bir toplumdur ve bugün de böyle. Anne oğul ilişkisi olarak baktığınız zaman, toplumda kimin hâkimiyeti olduğunu çok net görebilirsiniz. Türkiye’de annedir hâkim olan ve bu annenin hâkimiyeti oğlunun üzerinde bir ömür boyu sürer. Hiçbir gelin, sevgili, eş, erkeğin annesinin otoritesini ne yok edebilir ne de bu otoritenin dışına çıkabilir. Şimdi hâl böyleyken, kalkıp bir ataerkil toplumdan bahsedemeyiz. Ataerkil bir toplumdan bahsettiğiniz zaman İngiltere gibi on dört yaşındaki çocuğunuzu denize gönderirsiniz. Bir daha hiç göremezsiniz. Çocuk evden, anneden kopar ve annesinden sonra ilişkiye girdiği kadınlarla olan münasebeti birebir ilişki hâline gelir. Hayatının ikinci kadını, eşi, sevgilisi her neyse onunla olan ilişkisi birebir bir ilişkidir. Bizim ülkemizde bu böyle olmaz. Bir kere çocuk kopmaz. Hiçbir zaman on dört yaşındaki çocuk kapının önüne bırakılmaz. Bu da yetmez, askere gider ve evine döner. Otuz yaşındaki çocuğun sırtına annesi hâlâ havlu sokar, terledi diye. Peki, annesinden sonra hayatına giren kadının rolü nedir? Dikkat edin yine annesidir. Orada bir ayırım başlar. Eş, anne rolünü üstlenir. Ondan anne olması beklenir. Çocuk doğuran bir kadın, eşinin annesinin yerini alır. Eğer teke tek ilişki varsa bu evlilik dışı ilişki şeklinde olur. Ama yine zincir Türkiye’de bozulmaz. Başka endikasyonları da var. Örneğin töre cinayetlerine bakın. Töre cinayetleri toplumun belli bir kesiminde geçerlidir. Güneydoğu kökenlidir bu cinayetler ama töre cinayetlerine bakarsanız, hiçbir annenin kızının önüne atladığını, onu koruduğunu göremezsiniz. Silahı oğluna veren annenin ta kendisidir. Kadın unsuru korur töreyi.

“Kimse bana töreyi koruyan kadının ikinci sınıf olduğunu söyleyemez”

Töreyi koruyan eğer kadınsa kimse bana kadının ikinci sınıf olduğunu söyleyemez. Töreyi koruyorsunuz. Kraliçe sizsiniz. Şimdi hâl bu iken neyin ezilmesinden bahsediyorsunuz? İktidara bakmak lâzım. Bizim toplumumuzda kadın kendi evinde kesinlikle iktidardır. O kadar ki evinin eşyasına karar vermesinden tutun, duvarların rengine, evin döşenmesine karar vermeye kadar her şey kadının işidir. Dahası 1923’ten itibaren yasal olarak, ondan evvel fiili olarak kadın bir de evinin dışındaki sahada egemen olmaya başlamıştır. Bakın, şimdi Türkiye’deki ilkokul öğretmenlerinin ezici çoğunluğu kadındır. Peki bu ne demek? Kadın unsurunu siz ilkokuldan itibaren zaten işin başına getiriyorsunuz. Ortaokul, lise keza… Üniversitede de Avrupa’yı solladığımızı biliyoruz. Bütün bunlar, kadın faktörünün toplumu şekillendirmede egemen olduğunu gösterir. Bunun dışında ezme ezilme gibi iddialar, marjinal söylemlerdir.

“Töreyi koruyan eğer kadınsa ki öyleydi, kimse bana kadının ikinci sınıf olduğunu söyleyemez. Töreyi koruyorsunuz. Kraliçe sizsiniz. Şimdi hâl bu iken neyin ezilmesinden bahsediyorsunuz?”

“Siyasette kadının olması bir metropol mitidir”

“Siyasette kadın niye olsun?” Benim kadının siyasette olması konusuna vereceğim cevap bu olur. Bu başlı başına bir kriter olamaz. Siyasette kadın niye olsun? Eğer kadın kendi egemenlik sahası içinde meseleyi götürüyorsa problem yok demektir. Öyle bir tablo konuyor ki ortaya, sanki kadının egemen olması için siyasette olması lâzım. Eğer siyasette değilse hâkim de değildir. Kim demiş bunu? Kriter başlı başına zaten empoze edilmiş bir şey. İsteyen siyasete giriyor mu girmiyor mu, buna bakın. Bence giriyor. Ama biri bir şeyi yapmak istemiyor diye onu suçlayamazsınız ve aşağılayamazsınız.

“Böyle bir istatistik yok”

Ben bu toplumda siyasete giren bir kadına kötü bakıldığını görmedim. Kim kocası istemediği için siyasete girmemiş? Bunun karşıtı doğru olabilir, kocasına siyasete girmeye izin vermeyen kadınlar olabilir. Kim bilir kaç tane erkek vardır karısı istemiyor diye siyasete giremeyen. Burada yanlış bir şey yapıyorsunuz. Siz bana bir hipotez kuruyorsunuz ve “Kadın siyasete girmiyor diye eziliyor.” diyorsunuz. Ama ben siyasete girmek istemiyorum. Belki siyasete girmek isteyen oluyordur. Böyle bir iddiada bulunanın bana kocası istemediği için siyasete girmeyen kadınların sayısına dair bir istatistik vermesi lâzım. Böyle bir istatistik yok. Bu bir metropol mitidir.

Sovyetler Birliği’ni hatırlatırım size, Bolşevik devrimini hatırlatırım. Kadın erkek eşitliği, özgürlük… Peki, Presidium’da neden kadın yoktu? Siz bana onu söyleyin. Sovyetler Birliği’nde, koca toplumdan kaç tane kadın çıktı. Eski Sovyetler yani Rusya da anaerkil bir toplum. Bu iddialar, Batılı bir sosyoloğun kendi kafasına göre oluşturduğu hipotezden öteye gitmeyen, nesneyi döndürüp döndürüp veri gibi sunmasından ibaret.

“Şiddet kriterleri toplumdan topluma değişir”

Şiddet her toplumda var. Bana en gelişmiş dedikleri Amerikan toplumundaki şiddetin ölçüsünü verin ben de size Türkiye’dekini vereyim. Dinle de ilgisi yok bunun. Türkiye Müslüman diye mi dövüyor? Peki Babtist niye pataklıyor önüne geleni? Şiddet başka bir unsur, bunu karıştırmamak lâzım. Türk erkeği diğer erkeklerle karşılaştırıldığında melaike gibidir. Kaldı ki tersi de söz konusu. O konuda niye istatistik yok? Şimdi darülacezeye gidin sorun bakalım kaç tane evinden kovulmuş, yaka paça sokağa atılmış erkek var? Bunların istatistiğini görmeden bütün bu iddia edilenler tut kelin perçeminden gibi oluyor.

“Köyde konuştuğum kadınlardan birisi “Evet, suçum varsa vurur!” diyor. Böyle konuşan bir toplumun kriterlerinin farklı konması da lazım. Şiddet nedir? Bunun karşılığını koymak lazım. Son derece göreceli bir olay. Mesela ben bir İskandinav kadınıyım. Bana geçerken dokunursanız bağırırım, kıyameti koparırım. O yüzden benim kriterlerime göre bu şiddettir. Ama bu kriter o topluma mahsus, bize değil.”

“Çünkü erkek susuyor”

Toplumun şiddet anlayışı farklı, elinizde istatistikî veri yok. Karısından dayak yiyen erkeği ortaya çıkarmıyorsunuz çünkü erkek susuyor. Bunu yapamıyorsunuz. Batı’daki istatistiğin hiçbirini kullanmıyorsunuz, bir tevatürdür gidiyor! Kim dayak yiyor? Bakın burası Mustafapaşa. Bakın bakalım burada hangi kadın dayak yiyor? Yok böyle bir şey.

Köyde konuştuğum kadınlardan biri “Evet, suçum varsa vurur!” diyor. Böyle konuşan bir toplumun kriterlerinin farklı konması lâzım. Şiddet nedir? Bunun karşılığını koymak lâzım. Son derece göreceli bir olay. Mesela ben bir İskandinav kadınıyım. Bana geçerken dokunursanız bağırırım, kıyameti koparırım. O yüzden benim kriterlerime göre bu şiddettir. Ama bu kriter o topluma mahsus, bize değil.

“Töreleri tutan zaten kadının kendisi”

Töre cinayetlerinde de bu töreleri tutan zaten kadının kendisi. Yani kızının erken evlendirilmesini isteyen de onun boşanmamasını isteyen de kocasının hükmü altında olmak isteyen de kadın. Hâkimiyet onda. Benim sorguladığım şey, insanları tek tip bir şeye itmek için niye bu kadar debelenildiği. Aşağılayan biz değiliz. Aşağılayan, dışarıdan bakan.

Bugün ben de evli olsam, kocamdan dayak yesem karakola filan gitmem. Hiçbir kuvvet beni karakola götüremez. Bu sopadan hoşlanmamdan değil; kol kırılır yen içinde kalır. Benim itirazım, kendi yaşam biçimimizin bize bir türlü bırakılmaması. Şiddet gibi birtakım kavramlar Batı kökenli tanımlara hapsediliyor ve bundan dolayı da dönüp dolaşıp biz suçlanıyoruz. Buna itiraz ediyorum.

“Batı’nın sorun diye tanımladığı şeylere itiraz ediyorum”

Çocuk gelinler meselesinde dert nedir, onu anlamıyorum. On üç yaşında evlendirdiğiniz kızın kocası yani oğlan, zaten on dört yaşında. Kimin meselesini nasıl çözüyoruz? “Çocuk gelinler var.” demekle olmaz. İstatistik görmek isterim. Bugün on altı yaşında kim evlendiriliyor? Böyle meselelerin yaş ortalaması ile ilgisi yok! Hayat beklentisinin kısa olduğu dönemler insanlar daha erken evlendirilir, töreler de bunu devam ettirir. Bunlar zamanla aşılacak şeyler.

Benim genç kızlığımda, on sekiz yaşında nişanlısı olmayan kıza evde kalmış diye bakılırdı. Şimdi kırk iki yaşındaki kadın doğuruyor. Bunun doğurganlık yaşıyla da ilgisi var. Bunların uluslararası bir mesele olmadığı kanısındayım. Değişemez mi? Tabii değişecek, hayat değişime zorluyor zaten. Eğer kadın kırk yaşında doğuracağını biliyorsa 15’inde doğurmaya gayret etmez. Görmüyor musunuz şu son otuz senede Türkiye’deki değişimi? Bunda sadece törelerin etkisi yok. Hayat şartları, gelir düzeyi, sağlık imkânları… Dolayısı ile bu toplumda toptan bir değişim oluyor.

“Bugün ben de evli olsam, kocamdan dayak yesem karakola filan gitmem. Hiçbir kuvvet beni karakola götüremez. Bu sopadan hoşlanmamdan değil; kol kırılır yen içinde kalır.”

“Evlendirme de ne yap?”

Son dönemde “On dört yaşındaki kızları evlendirme!” deniyor. Peki evlendirme de ne yap? Bunun cevabının bulunması lâzım. Sonra on altı yaşındaki oğlan çocuğunu evlendirme! Ama şunları konuşmuyoruz: On sekiz yaşına giren çocuğun cinsel istekleri var, evet. Peki Müslüman toplumda ne olacak bu çocukların hâli? O çocuğa “Git cinsel ihtiyaçlarını karşılayacağın bir kız arkadaş bul!” mu diyorsunuz? O zaman kıyamet kopar! Peki ne yapacaksınız? Evlendiriyorsunuz tabii, bu makul değil mi? Yani iki şeyi birden kotaramazsınız dolayısı ile on altı yaşındaki çocuğu gayritabii ilişkilerden alıkoyabilmek için erken yaşta evlendiriyorsunuz. Kızınız da çocuğunuzdur. Kız da olsa, oğlan da olsa bir şey değişmez. Bu meselelere hiç bakmadan “Vay, çocuğu on sekiz yaşında evlendirme!” demek olmaz.

“Türk Erkeği çok yalnız!”

Bu toplumun erkeği o kadar yalnız ki. İki tane annesi var. Biri gerçek annesi, ikincisi annesi olmaya itilen eşi. Bu erkeğin eşi var mı zannediyorsunuz? Eşi yok, yaşadığı şeyleri, aşağılanmasını anlatacak kimsesi var mı? Yok! Hayat arkadaşı yok; birileri var ama hayat arkadaşı yok.

Kadınların var mı? Erkeğin olmayınca tabii ki kadının da yok. Ama kadının en azından iktidarını sürdürdüğü çocukları var. Çocukları hep kolektif anneler büyütüyor. Anne yoksa teyze var, anneanne, babaanne… Bu nedenle kadın iktidar. Erkek ava çıkmak istese bile bunu çocuğuyla yapamaz. Töreyi devam ettiren dişil öge oluyor. Töreden kopup ufuklara yelken açan eril bir ilke var. Eğer bugün büyük denizaltılar, gemiler varsa bu eril öğenin çalışmasına izin verildiği içindir. Eğer bir keman virtüözü varsa bu eril öğeye izin verildiği içindir. Çünkü kadın hiçbir zaman çocuğunu on iki saat bırakıp içeride keman partisi yapmaz. Bunun için eril öğeye izin vermemiz gerekiyor. Boyumuza bakın erkeklerimizin boyu Sharon Stone’un bacağı kadardır.

Geçenlerde bir köylü kızın “Özgürlüğümüzü istiyoruz.” dediğini duydum. Burada da bir karıştırma var. Görsellik üzerinden dayatılan bir şey var. Mavi gözlü sarışın olunca onlar gibi olabileceğini zannediyor. Bakın niye futbol oyuncularının eşleri hep sarı saçlı çünkü özgür olacaklar. Bu toplumda kadınlar Sharon Stone’a benzemeyi özgürlük olarak görüyorlar.

Değişime karşı değilim. Değişimin önüne geçmenin imkân ve ihtimali yok. Benim karşı olduğum bireyselleşmek ve bu yönde bir değişime taraftar olmak.

“Çocuk gelinler meselesinde ben dert nedir, onu anlamıyorum. On üç yaşında evlendirdiğiniz kızın kocası yani oğlan zaten on dört yaşında. Kimin meselesini nasıl çözüyoruz?”

“Bilgi yoksa özgürleştireceğim derken köleleştirirsiniz”

“Kadın özgürleştirmesi” lafını anlamıyorum. Ben kadının ve erkeğin yani Türk insanının dünyayı doğru okuyacak şekilde donatılmasından yanayım. Bunun adı özgürlük ise özgürlük deyin. Bilgi varsa o özgürlüktür. Ben hepsinin, kadının da erkeğin de bilgilendirilmesinden yanayım. Hâl böyle olunca seçim kendilerine aittir. Eğer bütün bu sürecin sonunda bir şey tercih edecekse etsin. Ben asıl “özgürleştirmek” ne demek bunu pek anlamıyorum. Bende özgürlüğün tek karşılığı var: bilgi. Bilgi özgürlüktür, onun dışındakinin palavra olduğunu düşünürüm. Eğitim deyince de spesifik olarak kız veya erkek diye ayırmıyorum. Kime erişebilirsek, kime götürebilirsek…

Aksi takdirde özgürleştireceğim derken köleleştirirsiniz. Buraya gelen yabancı misafirlerden biliyorum, müthiş derecede ön yargılı oluyorlar. Kendilerine benzemediğiniz sürece özgür olmadığınızı düşünüyorlar. Bunları ikna etmek de mümkün değil özgür olduğunuza. Çünkü şekillerden yola çıkıyorlar, yasalardan… Hâlbuki öyle değil! Bilgi varsa özgürlük vardır.

“Türkiye her şeyi aynı anda istiyor”

Bireyselliğe, bireyselleşmenin getirdiği boş vermişliğe karşıyım. Bireyselleşme kapitalizmin bir uzantısıdır; bir kere bunu kabul edelim. Bireyselleşme eşittir kapitalizm. Kapitalizmin bizi götürdüğü yol bellidir. Çok temel bir yerden ele alıyorum işi. Aşırı üretim ve tüketim… Bu gezegen bunu kaldıramaz. Kapalı sistemi çökertiyorsunuz. Bireyselleşmenin bu çökmeyle birebir ilişkisi var. Bu “Benden sonra tufan!” hâline gelir ve yıkıma götürür. İnsanlar “Benden sonra tufan!” dedikleri zaman, bunun sonucu ozon tabakasının delinmesinden, çevrenin kirliliğine kadar gider. Şimdi hâl böyleyken bireyselleşelim mi, bireyselleşmeyelim mi, nereye kadar bireyselleşelim?

Kime bırakacağız dünyayı?

Tek sahibi biz miyiz?

Eşrefi mahlûkat, eşrefi mahlûkat olmayı ne kadar sürdürebilecektir?

Eğer eşrefi mahlûkat olmayı sürdürebileceksek bütün canlılardan sorumlu muyuz?

Sorumluyuz! Peki eşrefi mahlûkat kavramının içselleştirilmesi için gerekli unsurlar nelerdir? Buna bir bakalım. Batılı anlamda bireyselleşme bunu yapabilir mi? Bence hayır, yapsaydı bugüne kadar yapardı.

“Bu toplumun erkeği o kadar yalnız ki. İki tane annesi var: Birisi gerçek annesi, ikincisi annesi olmaya itilen eşi. Bu erkeğin eşi var mı zannediyorsunuz? Eşi yok, yaşadığı şeyleri, aşağılanmasını anlatacak kimsesi var mı? Yok! Bunu yapamaz, hiçbir şey anlatamaz. Hayat arkadaşı yok; birileri var ama hayat arkadaşı yok.”

“Hem onu hem bunu isteyemezsiniz”

Bu dağınıklık, bu benden sonra tufan hikâyesi, insanın yaşadığı andan daha fazla olmadığı fikrinin yaygınlaşması, ben gömüldükten sonra ne olursa olsun duygusu… “Hayır, ben sorumluyum.” dediğiniz anda bireyselleşemezsiniz. Hem onu hem bunu isteyemezsiniz. Eğer sorumluysanız aile yerinde durmak zorundadır. En yakınınız ailedir, aşirettir, vesairedir… Bunlar yaygınlaşarak gider. Türkiye her şeyi aynı anda istiyor. Bence kafa karışıklığının nedeni de o zaten. Her şeyi aynı anda istiyoruz. Hem bireyci olacağız hem toplumcu olacağız. Eee? Hem özgür olacağız hem eşimiz bize prenses gibi davranacak, yaa! Hem içeride hem dışarıda iktidar… Yok böyle bir şey!

Toplumsal bir milliyet tasavvurumuz olmadığı için de bu kadar yalpalayıp duruyoruz. Nedir istediğimiz? Kapitalist mi yetiştireceğiz? Kapitalist yetiştireceksek “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” hadisini unutmak zorundayız. İkisi birden olmaz. Zaten çok ağır ve sancılı bir dönemden geçiyoruz.

“Kadın, çocuk oranları konusundaki istatistiklere de güvenmiyorum”

Sağlık politikasının oturmamışlığından kaynaklanan aksaklıklar varken sadece anne çocuk ölüm oranını aradan çekip çıkarmak doğru bir şey değil! Türkiye’de dizanteriden kaç kişinin öldüğünü biliyor musunuz da kadın ve çocuk ölümlerine odaklanıyorsunuz? Sadece kadın ve çocukları sorup onları konu edindiğiniz de bağlam dışına çıkartmış olursunuz. Türkiye’de ölüm haritamız yok. Ölen insanların neden öldüğünü belirten doğru düzgün istatistikî veri yoktur. Neden? Çünkü mahalle doktoru gelir, kalp krizi teşhisi koyar ve gider. Otopsi yapılmaz, hoşumuza gitmez, yaptırmayız. Bir teoriye göre sadece “paracetemol” ve “bağırsak kurdu”nu halletsek bayağı bir şeyi halledeceğiz.

Kadın çocuk ölümlerinin fazla olması “Nimet Abla gişesi daha uğurlu bir gişedir, buradan daha fazla ikramiye çıkar.” deyip inanmaya benziyor. Oysa niye? Çünkü Nimet Abla gişesinden çok daha fazla insan bilet alır. Büyük numaralar kanunu, dolayısıyla oradan çıkar ikramiye. Bir kadının on iki, on üç çocuk doğurduğu bir sistemde Batı’ya oranla daha fazla ölüm olacaktır. İstatistiklere inanmamamın sebebi bu. İstatistikle her türlü oyunu yaparsınız.

Bu rakamlardan kadına önem verilmediği sonucunu çıkaramazsınız. Ne demek kadına önem vermemek? Gözünün içine bakıyorsunuz çocuk doğursun diye, sırf o yüzden bakıyor olsanız dahi. Nasıl önem verilmiyor?

“Eşitlik battaniye bir kavram”

Töre, iktidar kadının elinde. Bu durumda söz edilen eşitlikten kasıt ne? Eşitlik gibi battaniye bir kavram olamaz. Türkiye’de bütünde, her şeyden önce eğitim dağılımında büyük bir uçurum var. Bizim en büyük problemimiz bu. Bence bu eğitim dağılımındaki uçurum gelir dağılımındaki uçurumdan daha da kötü. Çünkü gelir dağılımını, transfer ödemeler yaparak bir şekle sokabilirsiniz. Akrabadan gelen iki teneke peynirle mesela ölümcül noktadan kaçabilirsiniz. Ama eğitim öyle değil, bir tarafta elifi görse mertek zannedecek on yedi yaşındaki çocuk, öbür tarafta dünyanın birinci sınıf bilgisayar mühendisi… Harvard’ın son yaptığı araştırmaya göre Türkiye, Amerika’ya birinci sınıf bilim adamı veren dördüncü ülke çıktı. İngiltere, Çin, Hindistan, Türkiye… Deliye döndü millet! “Türkiye nereden çıktı?” diye… Bizim şu anda Amerika’da çalışan 4500 birinci sınıf bilim adamımız var. Bir yandan bu hâldesiniz öbür taraftan tam bir elif mertek hikâyesi. Durum çok vahim çünkü eşitlenmeye çalışmak en az bir kuşak ister… Ben “Kavgada yumruk aranmaz!” diyen biriyim. Yani bu karmaşa içinden kadınları çekip “Bak kadınların hâli daha kötü.” demek bana göre değil. Öncelikle bütüne bakmamız gerekir. Kaldı ki bizim toplumumuzda erkeğin geleneksel rolüdür tedarik. Tedarik erkekten gelir.

“İstatistikle her türlü oyunu yaparsınız. Bu rakamlardan kadına önem verilmediği sonucunu çıkaramazsınız. Yani ne demek kadına önem vermemek? Gözünün içine bakıyorsunuz çocuk doğursun diye, sırf o yüzden bakıyor olsanız dahi. Nasıl önem verilmiyor?”

“Türk toplumu eğitim önceliğini erkeğine verir”

Bizim geleneğimizde erkek, çoluğunu çocuğunu geçindirmekle mükelleftir.

Doğru mu? Doğru!

Türk erkeği istediği kadar mutsuz olsun, karısından ayrılmaz.

Doğru mu, değil mi? Evet doğru!

Evlendirilir, yıllarca kötü bir evliliği sürdürür Türk erkeği. Patlasa da patlamasa da parayı getirir, kadının önüne koyar. Erkek sorumludur, kadın değil. Şimdi ben de mesela imkânlarım sadece tek çocuğu okutmaya yetse ve bir kız bir de erkek çocuğum olsa, erkeği okutmayı tercih ederim. 1950’lerden itibaren şehirlere göçlere bakın. O gündelikçi hanımların hepsi çocuklarını okutmak için oradadırlar ve okuturlar.

Sürekli söylenir: Kadın çok çalışıyor, çok özverili ama erkek kahvede tavlasını oynuyor, erkek daha rahat… Bakın sürekli şunu karıştırıyoruz: Rahatlık, ne demek? Onun daha rahat olduğunu kim söylüyor? Vallahi eğer üretim eşittir rahatsızlık diyorsanız kadın değil erkek daha rahat. Ama ben bunu anlamakta zorlanıyorum. Üretim niye rahatsızlık olsun ki! Bir eli yağda bir eli balda olduğu zaman daha mı hoş oluyor kadın?

“Bizim geleneğimizde erkek, çoluğunu çocuğunu geçindirmekle mükelleftir. Doğru mu? Doğru! Türk erkeği istediği kadar mutsuz olsun karısından ayrılmaz. Doğru mu değil mi? Evet doğru! Evlendirilir, yıllarca kötü bir evliliği sürdürür Türk erkeği. Patlasa da patlamasa da; parayı da getirir, önüne de koyar. O sorumludur, kadın değil. Şimdi ben de mesela imkânlarım sadece tek çocuğu okutmaya yetse ve bir kız bir de erkek çocuğum olsa erkeği okutmayı tercih ederim.”

“Kapitalist düzende Türk erkeği daha çok horlanıyor”

Evet, “çile çekmek” sözü daha çok kadınlar için kullanılır çünkü bence erkek daha nahiftir ve “Çile çekiyorum.” demeyi kendine yediremez. Ayrıca şuna da dikkat ediyorum ki kapitalist düzene geçtikten sonra bu ülkenin erkekleri çok horlanıyor. Çok aşağılandı erkekler, çok horlandı, işi, eğitimi yok. Geliyor şehre, şehirler zaten rezil vaziyette. Bekâr odalarında kalıyor. Allah aşkına biri bekâr odalarına baksın. Orada sürekli aşağılanıyorsunuz. İkinci veya beşinci sınıfsınız. En olmadık işleri yapmak zorundasınız. Yani Türk erkeğinin geldiği yere baksanıza… Şurada görün ne kadar sinmiş durumdadır. Ne olur bunu belirli katmanlarla karıştırmayalım, genele ve genelin altına bakın.

“Batı feminizminin dayatılmasına karşıyım”

Batı feminizmine karşı değilim. Kendileri için nasıl isterlerse öyle yapabilirler. Onlara, temelsiz bir şekilde öykünülmesine, bu düşüncenin dayatılmasına karşıyım. Çünkü bu dayatma beraberinde bir yıkımı getiriyor. Mesela Hıristiyan hanımlar, İncil’in yeniden yorumlanması konusunu gündeme getiriyorlar. Bizde de çıktı! O da Kuran’ı böyle yaptı. “İsa kadındır.” diyen Kürtler çıktı. Bir garipliktir gidiyor. Karşı olduğum bunun bir oyun hâline gelmesi.

“Erkeği kadınsılaştırmak kimsenin işine yaramaz”

Uniseks meselesi geçici ancak çok tahripkâr. Kadına benzetilmeye çalışan, metroseksüel, zırıl zırıl ağlayan, silah taşıyamayan, şuradan şuraya yürüyemeyen erkekler… Erkeği kadınlaştırmanın kimsenin işine yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü ben biraz dünya tarihi biliyorsam açıkça söyleyebilirim ki hayat “yiğit” tanımı üzerine kurulur. Kadının da vardır yiğidi. Bu şekilde mükemmeliyete giden yolları kesiyorsunuz. Sabır, disiplin gibi kavramları yok ediyorsunuz.

Yiğit her an can verebilme fedakârlığına sahip

Yiğit tanımı derken kastettiğim, her an can verebilme fedakârlığı. Yiğit verir canı, başka kimse vermez. Bütün bunlar, bireyselleşme hareketiyle çok paralel şeyler. “Benden sonra tufan kopar.” diyorsanız eğer, niye yiğit olup da bir başkası için canınızı feda edeceksiniz? Örnek açıktır. Irak meselesine bakın. Amerikalılar kimleri gönderdiler orada savaşsınlar diye? Yeşil kart karşılığı gariban “Hispanikler”i değil mi? Daha önce de bu yapılmıştı biliyorsunuz. I. Dünya Savaşı’nda “Gurkalar” savaşmıştı. Kendi erkeğiniz kalmadığı veya kendi erkeğinizi feda edemediğiniz için savaşı ihale ediyorsunuz. Eğer adamsanız gider kendi savaşınızı kendiniz yaparsınız. Geçenlerde bir yerde de vardı böyle bir şey “Profesyonel asker olsun.” Oysa savaşa yabancılaşırsanız firavun olursunuz. Mahsuru bu. Eğer savaşacaksanız, savaşın doğru olduğuna inanıyorsunuz o zaman gereğini yerine getirecek, riskini göze alacaksınız. Nitekim asker millet olarak bilinmemizin nedeni bu. Geçmişte kadın erkek birlikte savaşmıştı her zaman. Eğer savaşa yabancılaşırsanız, savaşı başkasına ihale ederseniz o zaman savaşmamanız için hiçbir neden kalmaz.

“Ortak söz ‘Evinize dönün!’ oluyor”

Birçok ülkede kadınları bağımsızlık savaşında yer alırken görüyorsunuz ama iş iktidarın paylaşımına geldiğinde kadınlara söylenen ortak söz “Evinize dönün.” oluyor! Kadınlar da buna itiraz etmiyor. Neden ortadan yok olmayı kabul etmişler? Ben olsam onu sorgulardım. Mesela Sovyetler, Lenin döneminde kadınların itildiğini, rujlarının yasaklandığını, tek tip elbise giymeye zorlandıklarını biliyoruz. Devrim yorgunluğu diye bir şey var. Kadının bir fıtratı var. Eğer bu fıtratı ona “Hadi bir nefes al, eve git!” diyorsa niye tersini sorgulamalı ki?

“Uniseks meselesine gelince; yok kadına benzetilemeye çalışan erkekler, yok metroseksüellik, yok zırıl zırıl ağlayan erkekler, yok efendim silah taşıyamayan erkekler, şuradan şuraya yürüyemeyen erkekler… Bütün bu geçici modun müthiş tahripkâr bir şey olduğunu düşünüyorum.”

“Cumhuriyetin kadın projesinin abartıldığın ıdüşünüyorum”

“Cumhuriyet projesi” lafının abartıldığını iddia ederim. Çünkü Türk demokrasi tarihi katiyen bilinmeyen bir tarih ve aslında Senet-i İttifak’a kadar gider. Yani 1923’ten önce en az altmış senelik bir gelişme var. Türk demokrasi tarihinde birinci ve ikinci meşrutiyet var ki ilk kız ortaokulunun 1856’da açıldığını bu noktada hatırlamak gerek. 1856 ile 1923 arasında uzunca bir zaman var. Dolayısıyla Batılılaşma hareketi incelenecekse bunu çok geriye götürmek gerekiyor. Mesela “Çalıkuşu” cumhuriyetten önce. Kız rüştiyelerini açan Abdülhamit’in kendisi. Dolayısı ile bu işlerin sevabını ve günahını 1923’le sınırlamak pek doğru değil.

Batı projesiyse bile bu Tanzimat’ta başlamış. İkincisi, Batı projesi bir bütündür. Yani özel bir kadın projesi olmamış. Zaten sadece kadın projesi olması mümkün değil fakat aynı zamanda kaçınılmaz.

“Savaşta yoktular ama baloya koşturdular”

Bence sadece yasalar eksikti onu da biri verdi. “Bunu Atatürk’e borçluyuz.” deyip yatmak kalkmak veya onu suçlamak yanlış. Atatürk birçok şeyde olduğu gibi ileriyi gören bir adam ve o kesme noktasını yapıyor. Atatürk bu işin ne sevabını ne günahını üstlenecek biri değil. Zaten Atatürk’ün çevresindeki kadınların varlığı başlı başına bunu söylüyor. Latife Hanım’ın eğitimine bakın, o da mı Atatürk’e borçlu? Orada bugün olduğu gibi Batı’ya daha yakın, çocukları yabancı dil ve piyano çalmayı bilen seçkin bir sınıf var. İşte bu elit sınıf, cumhuriyetten sonra Atatürk’e yamandı. İşin savaşında yoktular ama ne zaman ki balo düzenlendi, baloya koşturdular. Ama hep öyle değil midir? Hepimiz biliriz, seçmen sandığında ter döken kişilerden sonra seçimlerin bitiminde havalı bir ekip gelir oturur şık yerlere. İhtilallerden sonra da olur. Atatürk zamanını, dünyayı iyi okuyan biriydi ve tedbirini de aldı. Toplum bu kadar hazır olmasaydı o da bunları yapamazdı.

Batı tipi modern kadın modeli, topluma dayatıldı. Millî eğitim zaten yapısal olarak dayatır. Eğitim nasıl bir vatandaş yetiştirmek istediğine karar verir. Bu vatandaşı eğitirsiniz. Kadın da bu eğitimin bir parçasıdır.

“Bu ülkenin İslam’ın geleneğini savunacak sesi yok”

İslam’ın kadını ezdiği iddiaları tamamıyla yalan. Biz Tevrat’ı, İncil’i, Ortodoks ve Yahudilerdeki örtünme zorunluluğunu bilmiyoruz. Bunu bil- mediğimiz için ne zaman “Hayır!” diyeceğimizi bilmiyoruz. Din adamlarımız da diğer dinleri, toplumları bilmiyor. Bilmediğimiz için böyle palavraları yutuyoruz. Tersine İslamiyet Batı’nın ancak aydınlanmada gelebildiği bireyselliği baştan koymuştu. İslam bireyselliği, sorumluluğu insanoğluna vererek sağlar. Bu sorumluluğu Batı ancak Voltaire’den sonra konuşmaya başladı, İslamiyet bunu zaten yapmıştı. Ama maalesef bu ülkenin İslam’ını, töresini, geleneğini savunabilecek sesi yok. Hâlâ da bu ses oluşmadı.

“Bugün kariyer yapmanın en iyi yolu feminizmden geçer”

Batı’yı tanımıyorsunuz ama Batı’nın kavramları ile konuşup düşünmeye çalışıyorsunuz. Buna karşı hâlâ Batı nereden, gelmiş nasıl gelmiş bilmiyorsunuz. Çünkü bu noktada bugün kariyer yapmanın en iyi yolu feminizmden geçer. En iyisi nedir, biliyor musunuz? Feministseniz, lezbiyenseniz, dinî değerleri aşağılıyorsanız ve bir de siyahîyseniz tercih edilirsiniz.

Binlerce yıllık yalnızlığı siz Türkiye’ye sorun. Gelin bakın buraya, duvarların dibinde on altı yaşında oturan çocuklar var. Bunlar İstanbul’a gelse ne yapacaklar? Neyle uğraşıyoruz Allah aşkına?

Siz ne derseniz deyin, evine ekmek götüremeyen erkek kadar kimse aşağılanamaz. Bu insanları kıstırıyor, sindiriyor ve sonra katılamadığı sisteme muhalif hâle getiriyor ve yıkıyor. Bunun çözümü, İstanbul’da bulduğun her yerde özel üniversite açmak değil. Ne yapıyor bu özel üniversiteler? Mesela uluslararası ilişkiler okutuyor. Ne yapar bu bölüm? Dünyaya üst düzey diplomat yetiştirir. Peki kaç tanesini yerleştirebiliyorsunuz bunların? Ne oluyor bu kadar mezun? Bunlar başka ülkelere gidiyor beyin gücü olarak.

Benim rüyam tüm bunlara karşı durmak “Bu ülkeden bir şey olmaz!” lafını tersine çevirmek yani karamsarlıktan kurtulmak.