Betül Mardin

Aile, Annelik ve Çalışan Kadın Kodları

Betül Mardin

Türkiye Büyük Bir Sırdı, Bilinsin İstedim

Betül Mardin “Türkiye’nin en büyük halkla ilişkilercisi” olarak tanınıyor. İstanbul’un tanınmış ailelerinden olan, Mardin ailesinin kızı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki modernleşmeyi anlatan Lüküs Hayat operetine konu olan ailesi Türk modernleşmesinin öncü isimlerinden biri… Ancak buna rağmen bir kız olarak hayatında pek çok yasakla karşılaşmış, üniversiteye gitmesine, bir erkek ile yan yana ders görme fikrine sahip olan ailesi izin vermemiş. Evlilikleri, boşanmaları, inatla sürdürdüğü çalışma hayatı, başarısı ve kendi kariyerini kendi oluşturan bir kadın olarak Betül Mardin çok renkli bir sima. Hâlâ çalışıyor, üniversitelerde ders veriyor, konferanslara katılıyor… Halkla İlişkiler duayeni bir Türk kadını olarak hem Türkiye’de hem de dünyada tanınıyor.

“Hayatımı kısaca anlatmak bana şimdi çok hoş geliyor”

“Bir varmış bir yokmuş”. Geri gidiyoruz. Cumhuriyet ilan edileli daha üç dört sene olmuş. Ekrem Reşit ve Cemal Reşit ailemin en yakın dostları. Onlar o sırada “Lüküs Hayat” diye bir operet yazıyorlarmış. Hani “Şişli’de bir apartman!”… O biraz bizim apartmana kinayedir yani o benim doğduğum apartman. Hem ailemin çok yakın dostları hem de alay ediyorlar sözüm ona annemle ve babamla. Babam ve annem Paris’te hep onlarla birlikte olmuşlar, birlikte operetlere filan gitmişler. Babam bankacı, staj yapmış Paris’te, sonra geri gelmiş. Cumhuriyetin yeni çocukları onlar, Alomance, İngilizce, Fransızca biliyorlar fevkalade…

“Sonra yeni, eskinin üzerine çıkıyor”

Ben ikinci kız olarak doğuyorum bir Arap ailesine… Kıyametkopuyor. Annem üzüntüden bayılıyor kızım oldu diye.İsim bulamıyorlar bana. Ben ikinci kız olarak atılıyorum oraya.Annem baygın. Büyükbabam geliyor. Annemin babası, Şeyhİslamoğlu. Almanya’da yaşamış, çocuklarını orada okutmuş. Kastamonulu bir milletvekili. “İkinci kız. Ne yapacağız şimdi?” demişler. “Kuran-ı Kerim getirin.” demiş. Cumhuriyet devrindeyiz. Gelmiş, açılmış, büyükbabam elini Betül ismi üstünekoyup “Meryem Betül” demiş. Yani Meryem Ana’nın sıfatlarıdemek. Babamın annesi gelmiş hemen, hani dizilerde olur ya,öyle hemen. Demiş ki: “Ne olacak Arapça bilmeyen insanlarınçocuğuna böyle bir isim? Hem bu kız ilelebet bakire mi kalacak, hiç evlenmeyecek mi? Ne o öyle Meryem!” Onlar da düşünmüş“ Olmadı Fatma Betül koyalım bari!” demişler ve beni kurtarmışlar. Yani ben ismi ancak birkaç gün sonra konulabilen birçocuk oluyorum. Cumhuriyet henüz yeni. Dolayısı ile şöylebir şeyi en baştan kabul edelim. Cumhuriyetin başında, eskive yeni, ikisi birlikte, çok kuvvetli bir şekilde gidiyorlar. Sonrayeni, eskinin üzerine çıkıyor.

Dilsiz doğmak

Ben dilsiz doğmuşum. Beş yaşıma kadar konuşmamışım.Sebepleri çeşitli… Sebeplerden bir tanesi Osmanlı… Sol elimle yazıyormuşum. Sol el kötüdür ya, çok dayak atmışlar bana. Beynimde bir merkezi çökertmişler dövmekten. Bu bir… Bazıdoktorlara nazaran ise aile içinde çok çeşitli dil konuşuluyormuş. Dadımız İsviçreli, annem onunla Almanca konuşuyor.Babam Fransızca konuşuyor, evde büyükannem var Farsçakonuşuyor, Fransızca konuşuyor, büyükbabam Türkçe konuşuyor, Almanca konuşuyor. Ben şaşırmışım. Üstüne üstlük birde Ermeni dadı da var evde. Fıttırmışım dediler…

“Zavallı, solak Betül”

Peki, beni kim kurtarıyor? Atatürk! Atatürk yemeğe geliyor.Hemen bizim zenci kalfa, “Hakan’ın ekmeği yedirilecek.” diyor,“Çocuğun dili açılır.” Hakan yok ama Atatürk var. Atatürk’ünekmeğini çalıyorlar. Düşünün adam ne kadar şaşırmıştır. Sonrazorla bana yedirmişler, zavallı solak Betül’e… Ama dilim açılmış. Atatürk’ün ekmeğiyle. Bir daha da susmadım zaten.
O günlere dair hatırladığım başka neler var? Bir gün devrinönemli siyasetçilerinden Hacı Adil Bey -ki eniştemizdi- geldi.Ben sanırım bir yerde oynuyorum, o büyük amcamla balkondakonuşuyor.
“Yahu bundan böyle cumartesi ve pazar tatilmiş.”
“Ne?”
“Evet!”
“Bundan sonra perşembe, cuma yok, cumartesi ve pazartatil var.”
“Nasıl olacak?”
“Alışacağız efendim, alışacağız.”
Bunu iyi hatırlıyorum.
Sonra soyadını hatırlıyorum. “Soyadı alınacak.” dendi. Masaların üstüne lügatler açıldı, isim aranıyor. Babamın işikolaydı. Zaten “Mardinli zade” diye tanındığı için “Mardini” diyegönderiyor. Atatürk de diyor ki “Onlar ‘i’ harfini kaldırsınlar.Mardin’i bütünüyle alsınlar.” İşte Mardin ensemizde böyle kaldı. Şimdi çok gururluyuz tabii.

“Bana zorla ay dedirtti”

Şimdi ben beş yaşında falan “be, bu” diyince büyük birsevinç oluyor evde. Ekmeği de yemişim içleri rahat. Doktora götürmek falan diye bir şey yok. İşte bakın bu öteki taraf. Birde Cumhuriyet tarafı var, o da babamın… Babam ısrar etmişbir doktora götürsek diye, doktor da benimle uzun uzun konuşmuş. O bana bir şeyler anlatmış ben anlamamışım. Fakatadam sonunda “Bir zekâ pırıltısı var. Çocuk aptal değil. Bekleyelim.”demiş. Adam aslında haklı çıkmış.
Ben konuşunca bilin bakalım ne yapmışım. Fransızca konuşmuşum. Evde panik olmuş. “Bu başka türlü bir şey. Nedir bu?” demişler. Büyükbabam, “Hemen” demiş, turşucu olan, kafası işleyen… “Bir okula koyalım, derhâl Türkçe’ye dönsün.” Altı yaşımda okula girdim. Hatırladığım, okuyamama, söyleyememe… Bana bir ay gösteriliyordu ama söyleyemiyordum ki… Büyük bir şans eseri -benim şansım öğretmenimim şanssızlığı- öğretmenimin bir yıl önce çocuğu tifodan ölmüş. Kadın bir benzerlik gördü bende, ağlayarak bana sarıldı ve beni bir yerde evlat edindi. Onunla hayatım değişti. Bana zorla “ay” dedirtti.

“Babam dedi ki “Katiyen!”, bana geldi bunu dedi “Unutacaksın. Erkeğin bacağı bacağının yanına gelemez. Bu kadar bitti.” Yalnız kadınlara da üniversite yok. Bakın, o devreye kadar ne kadarda Cumhuriyetçi bir adam fakat orada ailenin kuralı devreye giriyor.”

“Ben de Türkiye’yi kurtaracağım”

Şimdi geriye bakıp düşündüğümde görüyorum ki devrim mevrim, severek oluyor. Biz çok severek girdik. Ben altı yaşında konuşmaya başlayıp “Türküm, doğruyum” diye sabahları söyleyincevücudumuza bir enerji giriyordu, 40 dakika yol yapmış gibi. Tutana aşk olsun. Böyle çıkıyorduk.

“Ben! Ben de Türkiye’yi kurtaracağım”

“Ben senden daha iyi kurtaracağım.

”Hep bu hava. Eve dönüyorduk. Evde de aynı hava devam ediyordu. Yani hiçbir yerde bir takıntı yok, ailemizde herkesinbaşı açık, herkes namaz kılıyor. Herkes normal bir hayat yaşıyor. Camiye gidiyor, ramazanda oruç da tutuyor. Ama radio dinlemeye çalışıyoruz. Başka lisanların kitaplarını okumaya çalışıyoruz.

Bizim belki en büyük şanslarımızdan biri Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Klasikleri tercüme ettirmişti. Klasikleri okuyorduk ben sekiz yaşımda falan Plato’yu okudum. Böyle bir genel bilgiden de doluyorsunuz.

“Her şeye rağmen o gelenek hep var”

Okul bitti. Koleje girdiğimizin ikinci yılında babam bankamüdürü olarak Mısır’a tayin edildi. O dönem harp çıkmış, kıyamet kopuyor. Babam “Beni seven arkamdan gelir. ” dedi. Altı ay sonra annem bizi, üç çocuğu toparladı. Görüyorsunuzher şeye rağmen yine o gelenek var. Hep beraber Mısır’a gittik.

Mısır’a gittiğimiz zaman her akşam bombalar atılıyor, kıyamet kopuyor. Beni bir İngiliz okuluna verdiler. Oradaİngilizcem ilerledi. O sırada ben müstemlekenin ne olduğunuanladım. Savaşın ne olduğunu anladım. Türkiye’de yoktubunlar. Ben birçok şeyi orada bizzat gördüm. Atatürk çocuğuolarak öğrenmeye açım ya, daha çok bakıyordum her şeye. O bombardımanlarda ceset de gördüm, çok kötü günler geçirdik. On iki, on üç yaşımda döndük İstanbul’a, koleje devam ettik. Her sene Mısır’a gidiyoruz. Babamla oluyoruz. Böyle, Mısır’la İstanbul arasında babamın yanına gidip gelirken benim İngilizcem çok ilerledi.

İkna etmenin önemi

Bir iki kural edindim. Bir tanesi -çok şaşıracaksınız tabii-iyi konuşma. “İyi konuşmam lazım. ” dedim. Konuşmanınönemini gördüm. İkna etmenin önemini gördüm. Çünküailenin kaideleri o kadar sertti ki onları müzakereyle lehimeçevirme meselesi çok önemliydi. Dolayısıyla ikna ve konuşmakuralımın içinde İngilizcemin ana dil kadar kuvvetli olmasıTürkiye’nin dışarıda tanıtımında -bakın on dört yaşımdayımbanayardımcı olur kararına vardım. Çok çalışkandım. Tahminediyorsunuz. Her yere maydanoz olurdum. Kolejin münazaradiye tartışmalı programları vardı, onların hepsinde vardım. Okulübün başkanıydım gayet tabii. Çünkü benim kuralım o, onuyapmaya mecburum. Ama neden mecburum o da belli değil, beni bir şey itiyordu ona.

Kolejin son sınıfına geldiğimde ablam bir buçuk ay içindeöldü, birdenbire. Öksürüyordu, eve gitti, röntgenler yoluylaverem teşhisi kondu. Sanatoryum o zaman var, antibiyotikolarak da penisilin yeni çıkmış, onu getirttiler babama, olmadı. Adada bir ev tuttuk yanlış yerdeymiş, rüzgâra maruz kalmış. Haziranın altısında hastalandı, ablamı ağustos ayında kaybettik. Ablamı kaybettiğimiz zaman Hiroşima’da bomba patladı. Bizimiçin ha Hiroşima ha bizim evdeki felaket.

“Okula gidebilmem için babamın ikna edilmesi gerekiyordu”

O zamanlar bir felaket daha yaşandı. On beş gün sonraydı, annem odama geldi.

“Hayrola anneciğim?”

“Sen artık okula gidemezsin.”

“Anlamadım. Lise sondayım, ne demek?”

“Yok. Gidemezsin çünkü sen şimdi bizim tek kızımız kaldın. Baban -hâlâ bilmiyorum babam mı diyordu- ‘O bizim tekkızımız kaldı artık, yanımızda kalacak, her gün bakacağız neyiyor ne içiyor. ’ diyor.

Bu olamaz! “Babamı ikna etmeliyim. İyi konuşmam lazım!”diyordum, konu ikna. . . Gece saat sekizde başladı müzakere. Annem götürüyor, geri getiriyor, götürüyor, geri getiriyor. Biliyorsunuz şunlar var iknada: Baktınız ikna edemiyorsunuz, nerden ikna edebilirim diye aranıyorsunuz. Bir yer buluyorsunuz. Daha doğrusu kapının içinde bir yere ayağının ucunukoyuyorsun “kımtırak!” deniyor ona, onu sokacaksın açmakiçin. Baktım ki mesele okul değil, mesele benim her gün görülmem. Demek ki yatılı olmakla ilgili bir şeyler var. “Ben hergün mektebe gündüzleri giderim, geceleri eve gelirim. Her gecesütümü balla içerim, sabah da beni tartarsınız. Bana bir otomobiltutarsınız. Taksi. Birkaç kişiyle beraber, parayı bölüşürüz. Beni her gün götürür, geri getirir. Kimse beni görmez, ben dekimseyi görmem. Okula giderim gelirim. ”

“Ha!” demiş babam, “Bu olabilir. ”

İkna oldular ve ben okula gittim. Okulu bitirdim.

“Erkeğin bacağı bacağının yanına gelemez”

İkinci büyük şey başlıyor şimdi. Psikiyatri okumak istiyorum. Beş yıl tıp, iki sene. . . Yedi sene. Amerika’da bir okul buldumkendime. Bak bak bak! O zaman bilgisayar yok. Oradan buradan, konuşa konuşa buldum. Gideceğim ama nasıl gideceğim?İkinci büyük patırtı başladı. Orda ikna olmadılar. “Sen bizimyanımızda olacaksın. ” dediler. “Tamam, mühim değil, hukukokurum. ” dedim. Bakar mısınız? Psikiyatriden hukuka geçtim. Dediler ki: “Büyük amcam çok büyük bir profesör ordinaryüs, hukukçu. Toprak hukukunu yazan adam. O bile telefon açmışdemiş ki “Betül’de bir şey var. Bunu hukuka alalım, avukatyapalım. ” Babam “Katiyen!” dedi. Bana geldi “Katiyen!” dedi. “Unutacaksın! Erkeğin bacağı bacağının yanına gelemez. Bu kadar, bitti!” Yalnız kadınlara da üniversite yok. Bakın, o devreyekadar ne kadar da cumhuriyetçi bir adam fakat orada aileninkuralı devreye giriyor. Bitiyor. Tekrar düşündüm taşındım, neyeizin verebilirler? Tüm kızların gittiği akşam kız sanat okullarınaizin verebilirler diye düşündüm. Yemek, içmek, biçki, çiçek, nevarsa. Oraya gidebilir miyim? A tabii.

“Her iyi Türk kadını gibi”

Bu arada tabii her iyi Türk kadını gibi evlendim. Kocamlapazarlık yaptım. “Biz evleneceğiz ama üniversiteye gideceğim. ”Tabii “Yok!” dedi. “Nerden çıktı böyle bir şey? Eve geleceğim, yemek pişireceksin. ” Gitti. “Dur bakalım. ” dedim. “Belki yumuşar?”dedim ama yok, yumuşamadı. Çocuğum oldu.

Bir hanımefendinin çıkardığı bir kültür sanat dergisi vardı. Benim İngilizcem de iyi. Bana “Bir şeyler yazar mısın?” dedi. “Tabii” dedim. “Mesela Picasso!” dedi. Yazıyorum para vermiyor. Aradan birkaç sene geçiyor, dergi otuz sayfaysa ben yirmibeş sayfasını yazıyorum, kadın para vermiyor. Dolayısıyla benamatör kalıyorum. Ailede akıllı bir amcam var yeni vefat etti. Ona gittim “Ben nasıl yapacağım bu durumu?” diye sordum.

Bana “Kadından az da olsa para iste. Para alayım ki profesyonelolayım diye anlat. ” dedi.

Kadıncağıza gittim, “Estağfurullah!” diyor bana devamlı. Hâlbuki bu işte bilmem gereken bir şeydi. Durmadan “Estağfurullah!”diyor. “Ben nasıl sana para verebilirim?” nasıl olabilir. Yahu bu kadın beni ne olarak görüyor? Öyle bir görüyor kikadın, ben para alamam, ben başka bir dünyanın kadınıyım. Gözümde bir ışıltı var ama o ışıltıya para verilmiyor. Bana antikabir Çin vazosu verdi. Salonumun tam ortasında duruyor, çünkü onunla başladım. Ben onu aldım, artık çıldırdım.

“Çalışmak istiyorum”

Bir de Mısır’daki malımıza hanedandan olduğumuz için elkondu. Yani Mısır’dan da para gelmiyor. Kocama gittim “Bençalışacağım ve para alacağım, evin parasına yardımcı olacağım, çünkü artık benim gelirim kalmadı. ” dedim. Biraz güç oldu amaikna oldu. Ben -burası çok mühim- bir akşam altıda Tercümangazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü ile tanışmak üzere birküçük resepsiyona geldim. 40 kişi var ama onlar da var. Bende geldim. Yazı İşleri Müdürü’nün yanına gittim “Çalışmakistiyorum ben efendim. ” dedim.

“Ne yaptınız en son?”

“Falan dergide iki senedir yazıyorum, Garcia Lorka’nınhayatı üzerine bir derleme yaptım!”

Bunun üzerine İspanyolcaGarcia Lorka’nın şiirini okumayabaşladı. Ben de adamın gözününiçine baktım aynı şekildeMelih Cevdet Bey’in tercümesiyleaynı şekilde cevap verdim. “Yarın saat ikide işe başlayın. ”dedi. Adamın ödü patladı.

“Tabii her iyi Türk kadını gibi evlendim. Kocamla pazarlık yaptım.
“Biz evleneceğiz ama üniversiteye gideceğim.” Tabii “Yok!” dedi.  “Nerden çıktı böyle bir şey? Eve geleceğim, yemek pişireceksin.”
Gitti. “Dur bakalım.” dedim. “Belki yumuşar?” dedim ama yok, yumuşamadı.”

“Kariyerimi şaşırtarak elde ettim”

İş konusunda anladım ki karşıdakini şaşırtmanız lazım. Kariyerimdeki asıl büyük başarım, muhatabımı şaşırtmamdan gelmiştir. Onlar da o kadar şaşırdılar ki… Bir hafta sonra Tercüman gazetesinde bana bir sayfa verdiler. Ben de yazı işleri müdürlerinden biri oldum. Sayfa çizmesini bile bilmiyorum. Hemen biri geldi “Ben size öğretirim.” dedi. Öğretti, anladım bu işi. Başladım. Sonraları aldığım para yetmedi. “Hafta sonu çizgi romanlarımız var onları tercüme eder misiniz?” dediler. Kabul ettim. Ondan da para aldım. Ben birdenbire cumartesi, pazar dâhil gazeteci oldum.  

“Seninle evlenirim ama beni üniversiteye gönder”  

Evvela kocamı boşadım. Çalışıyorum, vaktim yok. Her şeye rağmen adam eski. Böyle bir şeye tahammül yok. Bitti! Tercüman’da birkaç sene çalıştıktan sonra Amerikalılarla çalıştım. Onlarla yapamadım tekrar gazeteci oldum. Yeni Sabah’ta çalıştım. İkinci kocam Haldun Dormen ile evlendim. Ona “Seninle evlenirim ama beni üniversiteye gönder.” dedim. Bana “Sen evvela tiyatroya gel.” dedi. E tiyatrocu adam, tiyatrosu, oyuncuları var, hakikaten ben neredeyim? Dolayısıyla bir taraftan gazetede çalıştım bir taraftan tiyatroya yardım ettim, tercümeler yaptım. Filmde, tiyatroda ve gazetede çalışıyorum. Dolayısıyla gazetecileri, tiyatrocuları, reklamcıları, sinemacıları tanıyorum. İnanılmaz bir çevre oluşturmaya başladım.  

“Sanki bir şey yapıyormuşum gibi”  

1964 senesinde benim evime her zaman gelen bir oyun yazarı, Turgut Özakman vardı. Bana “TRT’de de çalışır mısın?” dedi.

“O da ne?”

“Yeni kuruldu.”

“Türkiye Radyo Televizyon.”

“Ne yapıyorsun?”

“Ben, orada programların başındayım. Ne diyorsun?”

“Sen oyun yazmıyor muydun?”

“Onu da yaparım, onu da yaparım!”

“Peki.” dedim ve beni TRT’ye aldılar. Haldun çok istedi çünkü biliyordu benim bu çırpınmamı. Üç sene radyoda çalıştım ve üç sene sonunda TRT beni BBC’ye göndermeye karar verdi. “Televizyon açılıyor.” dedi.

Ben oraya gitmeden Haldun ile boşandık. Aynı vaziyet yine. Ya çalışacaksın ya evli kalacaksın. Ama hâlâ çok iyi dostumdur o benim. İkinci çocuğumun babasıdır. Hatta bir telefonda ben Haldun’a demişim ki: “Ben tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacım patlayacağım.” Düşünmüş: “Allah Allah! Birini mi sevdi acaba?” demiş. O kadar anlamıyor ki hâlbuki ben ne kadar başka bir yerdeyim.

TRT’de Londra’dan sonra Ankara’da oturdum, televizyonu beraber kurduk, ben oyun bölümünü kurdum orada çalıştık. Sonra “Çocuklarım İstanbul’da beyefendi. İstanbul televizyonu açılmıyor ben gidiyorum!” dedim. Kırk yaşındaydım İstanbul’a geldim işim yok gücüm yok, babama gittim. “Baba bana iki ay yetecek kadar para verebilir misin?” diye sordum. Senelerdir böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış. “Bir iş kurmayı düşünüyorum.” dedim. “O zamana kadar bana para verebilir misin?” dedim. “Peki!” dedi. Düşündüm taşındım. Reklam şirketi kurmaya karar verdim. Akbank’a gidip yönetim kurulu başkanına dedim ki “Ben reklam yapmak istiyorum.” Bana “Onu bırak da ben bir şey söyleyeceğim, üç bin beş yüz kişi var burada çalışan, ben bir şey söylediğim zaman ağlamaya başlıyorlar, onlar söylese benim vaktim yok. Sen çalışanlarla konuş, onların dertlerini bana getir, ben de onlara kızdığımda sen onlara götür.”

“Bu ne?” dedim ben.

“Bilmiyorum böyle bir şey işte, ihtiyacım var. Bu mesai için para da vereceğim. Yukarı çık genel sekreterle konuş.” dedi. Hamit Belli’ye gittim “Hamit bu teklif edilen iş nedir?” dedim.

“Dışarıda böyle bir meslek varmış?”

“Sen araya giriyorsun. Beşeri münasebetleri sağlıyorsun ama bunun adı nedir bilmiyorum?”

Bayağı da para veriyordu. “Peki!” dedim, eve geldim telefon çaldı Selahaddin Beyaz. “Bir plak şirketi kuracağım da sana orada ihtiyacım var.” dedi. “Ne yapacağım orada?” dedim, “Şarkı söyleyenleri tanıtacaksın.” dedi. Reklam sandım ben de. O da para veriyor.

Üçüncü telefon. Biri “Kervansaray Lokantası var ya!” dedi “Var!” dedim. “Oranın sahibi seninle konuşmak istiyor.” deyince “Her şey bitti bir lokanta sahipleriyle konuşmadığım kaldı!” dedim. Kalktım gittim, adam “On bir lokantam var.” dedi. “Zincir, siz menülere bakacaksınız. Sanıyorum hata işliyorum, bazı insanlar o menüleri beğenmiyorlar. Bu işe siz bakın. İngilizce ve Türkçe reklam metinlerime de bakacaksınız galiba hata işliyorum. Bir de bazen haber yolluyorum orada da hata işliyorum.” Adamın suratına bakıyorum. Adam PR’ı anlatıyor. “Bunun için iyi para vereceğim size.” dedi. “Benim başka işlerim de var.” dedim. “Haftada bir gün, akşamları iki saat, ayrı kapıdan gireceksiniz sizi, kimse görmeyecek.” dedi. Adımımı attım. İki ayda on müşteri. O kadar çok para kazandım ki babamdan telefon geldi. “Gelir vergin artıyor, dikkat et.” diye. Bakar mısınız sanki bir şey yapıyormuşum gibi.  

“Çok başarılıyım ama tek başınayım”  

Başladım kitap aramaya. Bilgisayar, Amazon, Google yok, dışarılara kitap aramaya gittim ve kendi başıma bunun adının “Publication” olduğunu öğrendim. Hallelujah! Yani nihayet kitapları aldım geldim. Yapıyorum, bakıyorum, olmuyor Türkiye’de! Diyorum ki bu Türkiye’de böyle olmuyor. Başka türlü yapıyorum… Tamam. Bu Türkiye’de oluyor. Ben böyle bir vaziyetteyim.

Üç sene geçti aradan. Çok başarılıyım ama tek başınayım. Tek başıma boynu kesilmiş bir tavuk gibi koşuyorum. Üç sene sonra yine o Akbank’taki adama geldim “Ben bunu burada yapıyorum ama dışarıda da böyle mi bilmiyorum, belki uluslararası değildir benim yaptıklarım, ben buna tahammül edemem.” dedim. “Seni Londra’ya tayin ediyorum.” dedi. Oradaki bir büyük kuruluşta PR yapmak üzere görevlendirildim.  

“Uluslararası olamamak”  

Düştüm kalçamı kırdım, sakat kaldım tam o ara. O vaziyette gittim ameliyat oldum ve oraya yerleştim. Dört yıl orada halkla ilişkiler-pazarlama yaptım. Bayağı bir şey öğrenip geldim. Beni buraya kim getirtti, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kurucusu Nejat Bey. Eve geldi ve bana “Üç haftanı verebilir misin festival başlatıyorum!” dedi. O da herhâlde bir ışıltı gördü gözümde. Üç hafta sonra festival başladı ben tekrar Londra’ya döndüm ve her tarafa istifamı verip tekrar İstanbul’a döndüm. İlk büyük müşterim dolayısıyla festival oldu. Ondan altı ay sonra Alaaddin Asna ile beraber A ve B’yi kurduk. A o, B bendim.  

“Ama benim ümidim var”  

Şimdi Alaaddin’le başlayınca Türkiye’nin bu ilk halkla ilişkiler danışmanlık şirketiydi Türkiye’de biliyorlar da bilemiyorlar. Ecnebiler yani yabancı şirketler farkında onlar biraz daha içe dönük bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ama firmalarla çalışmaya alışık değiller. Zaten birinci firmayız. Çok uzun süre müşterisiz çalışmalar yaptığımızı hatırlıyorum. Bir iki dergi çıkarmıştık, firmalar içinde istenmeyen olaylar olduğunda bize başvurmuşlardı. Yani o zamanlar çok halkla ilişkilerci yok. Alaaddin dernek kurmuş mesela yirmi kişi falan kurucu. Şirket hiç yok, bizimki ilk şirket. Çok bilinmiyor. Diyeceksiniz ki bugün biliniyor mu? Beni bir yarışmada sormuşlar ne iş yapar diye, yarışmacı beni mimar yapmış. Ama benim ümidim var! Böyle bir ortamda çalışıyoruz biz. Dolayısıyla çok müşterimiz yok. Bir tarafın dergisini yapıyoruz, o bizi biraz idare ediyor. Bir keresinde Vakko’nun bir defilesini yapmıştık. Böyle bir birkaç şey var.

“Bir telefonda ben Haldun’a demişim ki “Ben tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacım patlayacağım.” Düşünmüş “Allah Allah! Birini mi sevdi acaba?” demiş. O kadar anlamıyor ki başka yerdeyim.”

“Sen değil, Avrupa seçecek seni”

Alaaddin Bey derneğin başkanıydı çekilince yerine ben geçtim. Ben başkan olunca o çok şaşırdı neden beni başkan seçtiler diye. Gözümde bir ışıltı gördüler herhâlde. Eve gidince çok düşündüm ve asıl sorunumuzun uluslararası olamamak olduğuna karar verdim. Yani Uzakdoğu için çok iyi ama Batı’ya göre yok hükmündeyiz! Batılılaşmak için de uluslararası olmak gerekiyor. Çok iyi bir yönetim kurulum vardı. “Uluslararası alanda bu işleri kim iyi yapıyor, bulalım, öğrenelim!” dedim. Çok soruşturdular, çok aradılar. Nihayetinde dediler ki bana “Amerika’da bilmem kim!” varmış. Ben bir mektup yazdım ve bir adamın adına ulaştım. Cevapta bana uluslararası bir halkla ilişkiler şirketi olan İPRA’dan bahsediyordu. Adam oranın genel sekreteriymiş. Hemen adama bilet yolladım. “Buyurun!” dedim.

Şimdi her şey derneklerle olmuyor. İnanıyorum ki insanın çok isteği varsa elini cebine atmasını bilmesi lazım. Hâlâ buna inanıyorum. Her halkla ilişkiler şirketinin senede bir defa hiç para almadan bir yere servis vermesi lazım. Herkesin sosyal sorumluluk taşıması gibi. Evvela üye oldum, paramı ödedim, Londra’ya geldim. Alaaddin de çok yardım etti. Türkiye’de bir otelde yapmakta olduğum bir olayı slaytlar eşliğinde anlattım. Slaytlarla anlatırken biraz İstanbul manzaralarını da verdim. Kıyamet koptu. Çıkarken Amerikalı bir PR’cı kadın vardı, dergisi vardı PR diye. Bana “Derhâl bunun bana İngilizce olarak vereceksin ben de dergide yayınlayacağım, böyle bir şey görmedim.” deyince ben birdenbire dünya üçüncüsü seçildim. Haa okey! Derhâl İPRA’nın birinci toplantısını İstanbul’a çevirmeye uğraştım. Başladım yürümeye.

Aradan on sene geçti. İstanbul’a geldiler ya da ben gittim. Her şeyi yaptım, sonunda “Hadi seni yönetim kuruluna sokalım.” dediler.

“Ne yapıyorsunuz çocuklar, ben anne olarak sürdüreyim!”

“Yok!”

Kabul etmediler. Bir sonraki sene gittik ama başaramadık, çok kuvvetli lobilerle karşılaştık. Brükselliydi başkan. Bana “Seneye olursun!” dedi, ben “İstemem artık.” dedim… Ama o “Sen değil Avrupa seçecek seni, sesini çıkarma.” dedi… Ertesi sene İsrail’de idi toplantı. Baktım Avrupa ülkeleri beni seçmiş yönetim kuruluna. Valla bir şeyler yapıyorum, muhasebeyle ilgileniyorum hâlâ, gülüyorlar muhasebeden hiç anlamam… Ben bunlarla uğraşırken başkanın yerine biri seçilirken şöyle bir olay oldu. Eğer aynı saatte, beş ülke, aynı insanı aday gösterirse o kişi başkan oluyor. Sabahlardan bir sabah ben başkan oldum. Birdenbire. Bir sabah faks geldi “Beş ülke sizi aday gösterdi ve tayin edildiniz.” dendi. Doğrusunu isterseniz çok sevindim…

“Türkiye Cumhuriyeti’nin gecesi”

Başkanlığın ilk gecesi, törenin İsviçre’de yapılmasını istedim. Bir yere gitmek istediğiniz zaman biraz kendinizden de vermeniz gerekiyor. Ben bunun Türkiye’ye layık, hoş bir gece olmasını istedim. Hakikaten çok iyi oldu. Çetin Emeç’in kızı Bilge, Mozart’tan bir şeyler çaldı. Tamamıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin gecesi oldu. Elçi de orada ama Ali Han’ın kızı da orada. Osmanlı sultanları yani çocukları da orada. Öyle bir hava yaratmak istedim ki biz gelenekleri olan, tarihi zengin, kültürü koyu olan bir ülkeyiz. Bana çok enteresan gelen bir şey var. Biz Hayrettin Barbaros’u büyük bir amiral olarak görüyoruz, Andrei Dorya’yı ise bir korsan. Ama bu onlarda tam tersi. Onlar Hayrettin Barbaros’u korsan, Andrei Dorya’yı ise büyük bir amiral olarak görüyorlar. Böyle, şaştı İngilizler… Sonra senemizi “hoşgörü ve tolerans” senesi ilan ettim. Kendi kendime “Her konuşmam hoşgörü atasözleriyle başlayacak, hoşgörü atasözleriyle bitecek.” dedim. Bütün kongrelerimde ana konum hoşgörü olacak, bir bütün sene.

Şimdi diyeceksin ki Nereden icap etti? Çünkü başkanlık da aynen bir iş gibi. Yine bir amacın olacak. Ona göre de bir stratejin olacak.

“Betül Mardin 1995 President”

O sene madalyamı takarak dolaştım her tarafta. Üstünde “İPRA” yazılı arkasında “Betül Mardin 1995 President” yazılı. İki sene sonra tüm başkanların toplandıkları bir komite vardı, beni oraya başkan seçtiler. Dolayısıyla başkanların başkanı olarak devam ettim. İnanıyorum ki ötekiler benden gençtiler diye beni seçtiler. Fakat bunun ötesinde benim için mesleki olarak önemli olan şey 1997’de beni üstat seçtiler. Yirmi, yirmi beş kişi arasından böyle bir şey olmak çok güzeldi. Sonra beni Chicago’daki Dünya Kongresinde, dünyadaki en büyük beş halkla ilişkilerciden biri seçtiler. Bir Türk kadını olarak bu tabii çok hoş bir şey… Bundan sonra “Tamamım ben!” diyorum. Ben artık kendi müşterimle uğraşayım.

“İngiltere’de bombaların patladığı gün Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldım”

Amerikalıların iki bin iki yüz kişilik bir vakıfları var. Bizimki gibi öyle kırk elli kişilik değil. O iki bin iki yüz kişi her sene bir uluslararası kişiye Yaşam Boyu Başarı Ödülü veriyor. Onuncu senenin enteresan tarafı vardı, on ödül birden verecekler, altı kişisi zannediyorum Amerikalı seçilmiş, dört tanesinden birini İsveçli, birini İngiliz seçmek istemişler. Onu seçince alınır diye bir de Fransız seçmişler… Onuncuyu bir Japon’a vereceklermiş. Beklemişler, adam ölmüş. Oraya beni tavsiye ediyorlar, referans gerekiyor tabii, referans mektupları benim Belçikalıdan gitti, İsveçliden gitti, Yunanistan’dan gitti. Bütün bunların mektuplarını okuduktan sonra Temmuz’un 6’sında İngiltere’de bombalar patladı… Benim hiç ümidim kalmadı Türk olarak ama tam o gece bir anda Amerika’dan bir telefon geldi. Dediler ki “Siz PR’ın Yaşam Boyu Başarı Ödülünü Aldınız.”

“Bu gece mi?” dedim. “Bizi hiç ilgilendirmiyor bunlar. Biz bu ödülü size veriyoruz!” Onun üzerine benden bir görüş istediler White Paper. Onu yazdım. Global şirketlerin halkla ilişkiler olaylarını anlattım. Bunun için Tony Blair’in PR’ıyla gittim konuştum. Onun da onayını aldım. “Böyle bir şey olabilir.” dedi.

“Arap’ım, Kürt’üm, Fransız’ım ve Türk’üm”

Ben Arap’ım, Kürt’üm tabii ki Fransız’ım; benim bir büyük annem var Fransız. Bütün bunlar içinde kendimi Türk, Atatürkçü, cumhuriyetçi görüyorum. İleriye dönüp böyle bakıyorum. Eskilerden aldıklarımı içimde harmanlıyorum ama ileri gidiyorum. İleriye giderken insanların durmadan bana dirsek atmasına çıldırıyorum. Bunu görünce insanların kendilerine yeniden bakmalarını tavsiye ederim. Ben Türk olmanın dezavantajlarını da yaşadım. Bu tarih kitaplarından yanlış düşüncelerin gelişimiyle. Bilgisizliğin sonucunda bizi bilmemelerinden kaynaklanıyor. Bana bir Amerikalı müşterim şöyle demişti. “Türkiye en çok saklanan sırdı. Buraya bir defa gelen artık hep gelir.” Mesele onları buraya getirmektir, bizi tanımalarıdır. Bence o çok önemli, hakikaten Türk’ü tanımamalarına çok üzülüyorum. Çok şey kaçırıyorlar.

“İkinci kız olmak kamçı oldu”

Ailem çok güzeldi fakat katı kurallar, ikinci kız çocuğuna isim verememe gibi olaylar bana kamçı oldu. Ama diyorum ki o muydu kamçı yoksa ortanca olmak mı? Çünkü “Büyük kız güzel, ortanca kız komik.” diye bir laf vardır. Muhakkak komik laflarının bana çok büyük bir etkisi oldu. Her yasak bana çok daha büyük bir kamçı oldu. Şimdi yasak yok ya artık çok rahat çalışıyorum.

“Türk kadını biraz şımarıyor. Herhâlde çok duyuyorsunuzdur, kocası ölmüş bir kadının eli ayağı bağlanıyor. Çünkü her şeyini kocası yapıyordu. O ölünce ortada kaldı.”

Artık konuşabiliyoruz

Türk kadınında bir ilerleme görüyorum. İnsanlar zaman zaman ümitsizliğe düşüyor, fark ediyorum. Töre cinayetleri ve aile içi tecavüz bizim hakikaten en büyük dertlerimizden. Ama biz bunu konuşabiliyor muyduk? Hayır. Şimdi konuşuyoruz. Şimdi bunu Mardin’de de konuşuyorsunuz, Urfa’da da Diyarbakır’da da.

Yanımda çalışan bir kadın anlatmıştı. Köyde çalışırmış. Akşam yemekler yapılırmış, yer sofrasına konurmuş, önce erkekler yermiş. Sonra kalan yemekleri yemek için kadınlar otururmuş. Kadın çalışıyor çalışıyor, parasını Kastamonu’ya gönderiyor. Köye geldiğinde aynı şeyi yapıyorlar. “Erkekler sofraya oturunca ben de oturdum. Böyle baka kaldılar. ‘Bu yemeklerin parasını ben kazanıyorum.’ dedim. Sonra hatalarını anladılar. ‘Hanımlar gelin oturun.’ dediler ve hep beraber yedik.” diye anlatıyor.

“Sadece erkeklerin yapabileceğini düşünüyoruz”

Hep sızlanmayla olmuyor. Biraz da ümitlenelim. İlim ve bilim üzerine çalışmamız lâzım. Bence asıl problemimiz bu. Yani avukat da oluyoruz, doktor da ama bazı meslekleri sadece erkeklerin yapabileceğini düşünüyoruz. Mesela bir işim olsa “Bu nasıl oluyor?” diye bir erkeğe soruyorum. Benim bile vergicim erkek, o işlere bakmam bile. Hâlbuki normal olarak insanın vereceği vergiyi de haklarını da bilmesi lâzım. Ama bunlarla ilgilenmiyoruz. Kolayımıza geliyor galiba.

“Türk kadını biraz  şımarıyor”

Türk kadını biraz şımarıyor. Herhâlde çok duyuyorsunuzdur, kocası ölmüş bir kadının eli ayağı bağlanıyor. Çünkü her şeyini kocası yapıyordu. O ölünce ortada kaldı. Tabii ki okullardan başlamak gerekiyor bunları öğretmeye. Benim bu hafta üniversitede hukuk dersim var. Yahu çıkıyorsun bu okuldan, şirket kuracaksın. Şirket nasıl kurulur biliyor musun? Bir müşteriyle anlaşacaksın, nasıl bir kontrat yaparsın biliyor musun? Kimse bilmiyor. Babasına işe gittiğini söylüyor da hayırlı işler diliyor. Babam bana sonunda ne iş yaptığımı bilmediğini itiraf etti. 1984’te vefat ettiğinde ben bir dünya kongresinden dönmüştüm. O işimi biraz farklı algılıyordu. “Gidiyor kadın, konferans dinliyor.” Tabii erkekler konuşurken kadın biraz zor konuşurdu, çocuklar da konuşamazdı. Ben hakikaten bunları bilmiyorum yani neden bugünkü kadın, benim zamanımdaki kadın gibi hareket ediyor onu anlamıyorum. Hakikaten kafasını işletse Türk kadınının önünde hiçbir mani yok artık.